Çocukluğumdan beri Nisan aylarını severim. Baharın doğayı
değiştirişinin artık göz ardı edilemez olduğu bir aydır Nisan.
Ondan severim. Yeşeren ağaçlar, çiçeklenen dallar Nisan
yağmurlarıyla yıkandığında havaya yayılan tazeliğin kokusu,
heyecanla beklediğim yazı müjdeler. Nisan aylarında çocukluğumun
mutlu anları hatırıma düşer. Bu ayda umudum, gelecekten
beklentilerim canlanır. Belki Nisan doğumlu olmanın bir payı vardır
bu canlanmada. Hani her yeni yıla girerken planlar yapılır,
kararlar alınır ya… Yeninin umuduyla canlanır ya insan, işte
herhalde yeni yaşıma doğru her Nisan’da ben de böyle bir tazelik
hissederim. Olup biten her karanlık şeyin inadına direnmeye arzum
artar.
Bu yıl ise sevinci az, tazelikten pek nasiplenemeyen karmaşık
duygular içindeyim. Pandemi günlerinin yoğunlaştırdığı bir “zamanım
kalmadı” duygusuna teslim olmamak için direniyorum. Evde geçen
hayatımın kısaldığı duygusu çok keskin. Sanırım ortak bir duygu bu.
Sabah kalktığım an gün bitmiş gibi geliyor. Hakikaten de
planladığım hiçbir şeyi yapamadan gün sonlanıyor. Sadece en temel
ihtiyaçların giderilmesi dışında her eylem, her etkinlik anlamını
yitiriyor. Salgın korkutucu bir hal aldıkça bu döngü yerleşiyor.
Bencilce bir usanç içindeyim. Bu duygumdan utanıyorum. Hastalanan
herkesten, yakınlarını bu lanet hastalığa kurban verenlerden,
yüzlerce hastanın acısını dindirmek için gece gündüz mücadele
ederken ölen sağlık emekçilerinden utanıyorum. Salgının ortasında
“yaşamak için” hayatını riske atarak her gün işe gitmek zorunda
olan milyonlarca insanın mahkum bırakıldığı çaresizlikten
utanıyorum. İşsiz kalan, açlıkla sınanan insanların yaşadıkları
karşısında kendi usancımdan söz etmekten utanıyorum. Ama işte,
insan kendinden ötesine gözlerini çevirse de duvarlarından
kurtulamıyor. Tersine baktığı o öte, açmazını derinleştirebiliyor.
Benimki de o hesap… Olan biten, rutinimin içinde debelenirken
dehşetengiz bir hızla düşmekte olduğumuza dair duygumu, sonumuz ne
olacak korkumu depreştiriyor. Ümitsizliğe kapılıyorum.
Ömrüm boyunca nereden nasıl edindiğimi bilemediğim biçimde,
hayata karşı hep gerçekçi bir tavra sahip oldum. Umudumu, gelecek
beklentilerimi bu tavırdan devşirdim. Değişimi en sarsılmaz
gerçeklik olarak tanıdığımdan beri umutsuzluk benden uzak oldu. En
çapraşık hallerin karşısında, karmaşıklığın gizlediği değişimi
görmeye odaklandım. İlişkilere, olaylara dair kavrayışım onların
gösterdiğinden fazlasını anlama arzumla şekillendi. Gerçekçilik bir
tavır olarak zordur, her zaman korunamayabilir. Gördüğüyle
yetinmemek yorucudur. İnanma ihtiyacına rağmen, gördüğünü kabul
etme dürtüsüne rağmen gerçekçi kalmak zihin için bir eziyete
dönüşebilir. Biteviye sorgulamak, ardına sızmaya çalışmak, hayatın
dedektifi olmak… Romantik ideallerin aldatıcı ferahlığına kendini
terk edememek… Başkalarının “yıldız kaydı, dilek tut” dediği yerde
kayanın bir meteor olduğunu, aslında bir gökyüzü olayına tanık
olduğumuzu söyleyip o romantik mistisizmin duygu çeperini
parçalamak… Gizeme katlanamamak… Mutlaka anlamak… Mutlaka kavramak…
Yorucu… Üstelik zaman zaman görüneni sorgulatan kuşku büyüdüğünde,
kuşkunun fazlasından kaynaklanan gerçeklik yanılsamaları zihni esir
aldığında sadece yorucu değil, katlanılamaz da… Özellikle her şeyin
kötüye gittiğini gördüğünde insan için bu tavrı korumak iyice
zordur. Olanı olduğu gibi kabul etmektense, umudu tevekküle kurban
etmektense küçük bir umut kırıntısı için çırpınmak zordur.
Tevekkülün rahatlığına teslim olmamak, hep tedirgin, hep arayan,
hep umuda koşan bir zihin demektir. Böyle bir zihin asla dinginliği
bulamaz, asla dinlenemez.
Çocukken umutla büyümeyi beklemek hem zordur, hem de kolay…
Geçmişin yükünü henüz hissetmeyen omuzlar hafiftir, diktir. Başını
kaldırmakta zorlanmaz çocuk. Zaman insana yüktür. Giderek ağırlaşan
bir yük… Yaşlandıkça omuzların çökmesi, sırtın kamburlaşması
bundandır belki… Sadece kireçlenen, eriyen kemiklerden değildir
belki başın giderek öne eğilmesi. Zamana rağmen dik durmak beceri
işidir. Çaba gerektirir. İşte galiba bu Nisan ayında en çok bunu
hissediyorum. Zamanı taşıyamıyorum. Zamanı kavrayışımdaki bu
değişim çarpıyor beni. Bu elbette bu seneye özgü değil. Çok yıllar
geçti zaman algımın ilk kez yerle bir oluşunun üstünden. Anlaşılan
bu yıl yeniden yerinden edilecek zamanla ilişkim. Zaman, artık
kısalan bir gelecek dışında bir şey vaat etmiyor. Her yıl yeni bir
hesap defteri açıyor önüme. İçinde zamanın kargacık burgacık
yazısıyla karaladığı hatalarım, pişmanlıklarım, gurur duyduklarım
kadar kaçmak istediğim eylemlerim, sorumluluklarım, sorumsuzca
tavırlarım… Nicesi…
Bazen kişisel olan, politik olanı en çok kavratan deneyim
oluyor. Kendi aynasına korkmadan bakabilen, kendi hesap defterini
çekinmeden açıp kendisiyle yüzleşebilen hayata karşı tavrını
sorgulama konusunda belki herkesten bir adım önde olabiliyor. Ama
herhalde bu, her şeyden daha fazla cesaret gerektiriyor. Dilerim bu
yıl bana bunu gerçekleştirebilme cesaretini getirsin. Dileğim
yalnız kendim için değil, herkes için…
Bu hafta son sözüm umuda dair. Gerçekçi olmak, umutlu olabilmek
için ilk adım. Kendini kandırmadan kendi gerçeğiyle yüzleşmekten
kaçınmayan iyi insanlarla geleceği birlikte inşa edeceğiz. Umudum
var.