Biraz fazla kişisel, ama umutlu…

Bu hafta son sözüm umuda dair. Gerçekçi olmak, umutlu olabilmek için ilk adım. Kendini kandırmadan kendi gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmayan iyi insanlarla geleceği birlikte inşa edeceğiz. Umudum var.

Nur Betül Çelik nbcelik@gazeteduvar.com.tr

Çocukluğumdan beri Nisan aylarını severim. Baharın doğayı değiştirişinin artık göz ardı edilemez olduğu bir aydır Nisan. Ondan severim. Yeşeren ağaçlar, çiçeklenen dallar Nisan yağmurlarıyla yıkandığında havaya yayılan tazeliğin kokusu, heyecanla beklediğim yazı müjdeler. Nisan aylarında çocukluğumun mutlu anları hatırıma düşer. Bu ayda umudum, gelecekten beklentilerim canlanır. Belki Nisan doğumlu olmanın bir payı vardır bu canlanmada. Hani her yeni yıla girerken planlar yapılır, kararlar alınır ya… Yeninin umuduyla canlanır ya insan, işte herhalde yeni yaşıma doğru her Nisan’da ben de böyle bir tazelik hissederim. Olup biten her karanlık şeyin inadına direnmeye arzum artar.

Bu yıl ise sevinci az, tazelikten pek nasiplenemeyen karmaşık duygular içindeyim. Pandemi günlerinin yoğunlaştırdığı bir “zamanım kalmadı” duygusuna teslim olmamak için direniyorum. Evde geçen hayatımın kısaldığı duygusu çok keskin. Sanırım ortak bir duygu bu. Sabah kalktığım an gün bitmiş gibi geliyor. Hakikaten de planladığım hiçbir şeyi yapamadan gün sonlanıyor. Sadece en temel ihtiyaçların giderilmesi dışında her eylem, her etkinlik anlamını yitiriyor. Salgın korkutucu bir hal aldıkça bu döngü yerleşiyor. Bencilce bir usanç içindeyim. Bu duygumdan utanıyorum. Hastalanan herkesten, yakınlarını bu lanet hastalığa kurban verenlerden, yüzlerce hastanın acısını dindirmek için gece gündüz mücadele ederken ölen sağlık emekçilerinden utanıyorum. Salgının ortasında “yaşamak için” hayatını riske atarak her gün işe gitmek zorunda olan milyonlarca insanın mahkum bırakıldığı çaresizlikten utanıyorum. İşsiz kalan, açlıkla sınanan insanların yaşadıkları karşısında kendi usancımdan söz etmekten utanıyorum. Ama işte, insan kendinden ötesine gözlerini çevirse de duvarlarından kurtulamıyor. Tersine baktığı o öte, açmazını derinleştirebiliyor. Benimki de o hesap… Olan biten, rutinimin içinde debelenirken dehşetengiz bir hızla düşmekte olduğumuza dair duygumu, sonumuz ne olacak korkumu depreştiriyor. Ümitsizliğe kapılıyorum.

Ömrüm boyunca nereden nasıl edindiğimi bilemediğim biçimde, hayata karşı hep gerçekçi bir tavra sahip oldum. Umudumu, gelecek beklentilerimi bu tavırdan devşirdim. Değişimi en sarsılmaz gerçeklik olarak tanıdığımdan beri umutsuzluk benden uzak oldu. En çapraşık hallerin karşısında, karmaşıklığın gizlediği değişimi görmeye odaklandım. İlişkilere, olaylara dair kavrayışım onların gösterdiğinden fazlasını anlama arzumla şekillendi. Gerçekçilik bir tavır olarak zordur, her zaman korunamayabilir. Gördüğüyle yetinmemek yorucudur. İnanma ihtiyacına rağmen, gördüğünü kabul etme dürtüsüne rağmen gerçekçi kalmak zihin için bir eziyete dönüşebilir. Biteviye sorgulamak, ardına sızmaya çalışmak, hayatın dedektifi olmak… Romantik ideallerin aldatıcı ferahlığına kendini terk edememek… Başkalarının “yıldız kaydı, dilek tut” dediği yerde kayanın bir meteor olduğunu, aslında bir gökyüzü olayına tanık olduğumuzu söyleyip o romantik mistisizmin duygu çeperini parçalamak… Gizeme katlanamamak… Mutlaka anlamak… Mutlaka kavramak… Yorucu… Üstelik zaman zaman görüneni sorgulatan kuşku büyüdüğünde, kuşkunun fazlasından kaynaklanan gerçeklik yanılsamaları zihni esir aldığında sadece yorucu değil, katlanılamaz da… Özellikle her şeyin kötüye gittiğini gördüğünde insan için bu tavrı korumak iyice zordur. Olanı olduğu gibi kabul etmektense, umudu tevekküle kurban etmektense küçük bir umut kırıntısı için çırpınmak zordur. Tevekkülün rahatlığına teslim olmamak, hep tedirgin, hep arayan, hep umuda koşan bir zihin demektir. Böyle bir zihin asla dinginliği bulamaz, asla dinlenemez.

Çocukken umutla büyümeyi beklemek hem zordur, hem de kolay… Geçmişin yükünü henüz hissetmeyen omuzlar hafiftir, diktir. Başını kaldırmakta zorlanmaz çocuk. Zaman insana yüktür. Giderek ağırlaşan bir yük… Yaşlandıkça omuzların çökmesi, sırtın kamburlaşması bundandır belki… Sadece kireçlenen, eriyen kemiklerden değildir belki başın giderek öne eğilmesi. Zamana rağmen dik durmak beceri işidir. Çaba gerektirir. İşte galiba bu Nisan ayında en çok bunu hissediyorum. Zamanı taşıyamıyorum. Zamanı kavrayışımdaki bu değişim çarpıyor beni. Bu elbette bu seneye özgü değil. Çok yıllar geçti zaman algımın ilk kez yerle bir oluşunun üstünden. Anlaşılan bu yıl yeniden yerinden edilecek zamanla ilişkim. Zaman, artık kısalan bir gelecek dışında bir şey vaat etmiyor. Her yıl yeni bir hesap defteri açıyor önüme. İçinde zamanın kargacık burgacık yazısıyla karaladığı hatalarım, pişmanlıklarım, gurur duyduklarım kadar kaçmak istediğim eylemlerim, sorumluluklarım, sorumsuzca tavırlarım… Nicesi…

Bazen kişisel olan, politik olanı en çok kavratan deneyim oluyor. Kendi aynasına korkmadan bakabilen, kendi hesap defterini çekinmeden açıp kendisiyle yüzleşebilen hayata karşı tavrını sorgulama konusunda belki herkesten bir adım önde olabiliyor. Ama herhalde bu, her şeyden daha fazla cesaret gerektiriyor. Dilerim bu yıl bana bunu gerçekleştirebilme cesaretini getirsin. Dileğim yalnız kendim için değil, herkes için…

Bu hafta son sözüm umuda dair. Gerçekçi olmak, umutlu olabilmek için ilk adım. Kendini kandırmadan kendi gerçeğiyle yüzleşmekten kaçınmayan iyi insanlarla geleceği birlikte inşa edeceğiz. Umudum var.

Tüm yazılarını göster