Biraz susabilir miyiz!

Yüksek sesle, her şeyi her yerde konuşan insanlar. Söyleyeceği şeyi içinde tutamayacakmış gibi, konuşmak kaçınılmazmış gibi, konuşmasalar ölürlermiş gibi, konuşamamak bir eksiklik susmak sanki bir zayıflıkmış gibi durmadan konuşan insanlar… Bir şeyi dillendirmezlerse o yok sayılacakmış gibi kaygıyla, telaşla konuşan insanlar.

Beyhan Sunal bsunal@gazeteduvar.com.tr

Yürüyen merdivende ard arda duruyorlardı. Alt basamaktaki kadın telefonda birini azarlıyordu: “Bari çocuğun kitaplarını bıraksaydınız, çantayı alıp çıkmışsınız. Ders çalışırdı hiç olmazsa.” Karşıdakinin yanıtını duymadı adam ama kadının ikinci aramasının sözü geçen çocuk olduğu aşikardı: “Baban kitaplarını koltuğun üstüne bırakmış, niye bırakmamış diyorsun?” Bu azardan sonra kadın salondaki tüm koltuk ve sandalyelere bakmasını söyledi çocuğa. En sonunda da  çocuğu kendi odasına yönlendirdi. Çocuk kitapları bulduğunda da sakinleşmemişti: “Her gün odandan çıkmazsın bugün niye salondasın? Çabuk otur dersini çalış, geliyorum!”

Kadın yeniden çocuğun babasını ararken merdivenin sonuna gelinmişti. “Neyse ki” diye içinden geçirdi adam.

Metrodan sonra otobüse binmesi gerekiyordu. Son anda atladığı otobüste 4 kişilik karşılıklı koltuklarda yer bulabildi. Camdan dışarıyı seyrederken karşı koltuktaki iki üniversiteli tartışmaya başlamıştı. Bir arkadaşlarına kızmışlardı, söyleniyorlardı. O zaten hep böyle yapardı, son dakikada ekerdi, niye ona güvenmişlerdi ki… Bir keresinde de diye başladıklarında adam ineceği durağa gelmişti.

Hızla duraktaki markete girdi, akşam yemeği için bir iki malzeme alıp çıkacaktı. Yoğurtların olduğu dolaba göz gezdirirken adamın sesini duydu “tabii tabii, mutfak komple değişecek siz hiç merak etmeyin… yerler parke olacak zaten… o konuyu sahibiyle konuşurum hallederiz…” ev satmaya çalışan bir emlakçıydı galiba. Adam hızla salçaların olduğu reyona geçti. Eline ilk geçen salça kavanozunu alıp makarna reyonuna yönelmişti ki emlakçının sesi arka raftan yükseldi “banyonun ölçüsünü alır dolaplarını ısmarlarsınız… e bir badana gerekir tüm bunlardan sonra…” Kıymayı alıp kasaya geldiğinde kasiyer emlakçının aldıklarını hesaplıyordu. Ankastre ürün seçimine kadar gelinmişti ama bir türlü kredi kartı bulunup hesap ödenemediği için adam patlamak üzereydi. Emlakçı telefonla konuşurken kartını buldu, ürünlerini aldı marketten çıktı.

Eve doğru yürürken önünden giden iki kadını konuşması bardağı taşıran damla olmuştu. Suriyeliler ne zaman gider diye tahmin yürütüyordu iki kadın. Biri, “gitmezler hepsi zengin oldu burada, yükünü tuttu” diyordu, diğeri “bari şu fakirler gitse, orda burda dilenip durmasalar” diye ekliyordu.

Adam eve zor yetişti, doğruca banyoya gitti, klozetin kapağını kaldırdı, midesinde ne varsa çıkarttı.

Ev arkadaşı endişeyle iyi misin diye sorduğunda hiçbir şey anlatmadı. “Senin iyiliğin için” dedi, “klozete çıkarttım hepsini”…

***

Dijital platformlardaki “romantik komedi-dram” etiketli bol kadın karakterli dizilerde de şöyle bir sahne hep oluyor: iki ya da üç kadın karakterimiz yoga seansına gidiyorlar. Herkes huşu içinde evrenle ve kendileriyle içsel bir bağ kurmaya çalışırken bizim karakterler takıldıkları mevzuyu hem de yüksek sesle tartışmaya devam ediyorlar. Uyarılar da pek işe yaramıyor, ne susuyorlar ne de seslerini kısıyorlar.

Gariptir, bu sahneler kahramanlarımızın seansı tamamlayıp çıkmaları ile son buluyor. Yani oradan kovulmuyorlar, yaptıklarından utanmıyorlar, bir yüzleşme, farkındalık falan da yaşanmıyor.  

***

Bunlar giderek normalleşiyor.

Patronundan şikayet edenler, arkadaşlarını çekiştirenler, karısına ya da kocasına kızanlar, ezilenler, sıkılanlar, patlayanlar, lafı gediğine koyanlar, oralara diyemediklerini buralara diyenler... Kamusal alanımız “konuşma salgını” ile hastalıklı bir hal almış durumda. Dünyamız giderek bir “konuşan kafalar” alemine dönüştü.

Ekranlar konuşan kafalarla dolu. Siyaset, uluslararası ilişkiler, ekonomi… O kadar çok ekran ve o kadar çok mesele var ki, her akademisyen en az bir kez ekran konuğu olabilecek durumda. Siyasiler için bir mikrofon ve en az bir dinleyici yeter sebep.

Kafeler, barlar, restoranlar, yollar, toplu taşım araçları, sinema, tiyatro salonları… Tuvaletler bile konuşan insanlarla dolu.

Yüksek sesle, her şeyi her yerde konuşan insanlar. Söyleyeceği şeyi içinde tutamayacakmış gibi, konuşmak kaçınılmazmış gibi, konuşmasalar ölürlermiş gibi, konuşamamak bir eksiklik susmak sanki bir zayıflıkmış gibi durmadan konuşan insanlar… Bir şeyi dillendirmezlerse o yok sayılacakmış gibi kaygıyla, telaşla konuşan insanlar.

***

Dinleyen var mı peki?  

***

Konuşan kafalar dinlemiyorlar ne yazık ki. Çocukları bir şey söylemeye çalıştığında eline tablet tutuşturuyorlar. Biri onlara dert yanmaya başladığında kendi başlarından geçeni anlatmaya başlıyorlar. Bir tartışmada dinlemek ve bir diyalog geliştirmek yerine üstünlük kuracak cümleleri seçmeye çalışıyorlar. Bir sorun konuşuluyorsa, ne düşünüyorsun diye sormayıp akıl vermeye başlıyorlar. Kendi cümlelerine, kendi esprilerine hayranlıklarını gizleyemiyorlar bazen, küçümsedikleri için dinlemiyorlar. Dinlemeye ve yanıt vermeye zorlandıklarında klişelerden bir demet seçiyorlar.

Hiç tanımadığımız insanları konuşmalarımıza maruz bırakıyoruz, hiç tanımadığımız insanların konuşmalarına maruz kalıyoruz. Hepimiz, doğada erimeyen plastikler gibi, konuşa konuşa kirletiyoruz atmosferimizi.

Anlamak için sormayı unutuyoruz. Merak ettiğimiz için dinlemeyi, hoşlandığımız için gülmeyi, sevdiğimiz için ilgilenmeyi, ilgilendiğimiz için anlamayı, ruhumuza iyi geldiği için sohbet etmeyi, karşılıklı konuşmanın lezzetini unutuyoruz.

***

Küçük yiğenim, hafta sonu ziyaretinde bir ara birden ciddileşti, iyice sokuldu, gözlerini gözlerime dikti “seninle biraz muhabbet edebilir miyiz Beya” dedi. Onun bu kavramı bilmesine şaşırdım, “tabii, anlat bakalım” dedim. “Sen anlat, ben dinleyim” dedi. Biraz kurcalayınca anladık ki, bir önceki gelişinde “sen biraz resim çiz biz de biraz muhabbet edelim” demişiz. Muhabbetin önemli ve keyifli bir iş olduğuna kani olmuş, “benimle de muhabbet edin” demek istiyormuş.

Tüm yazılarını göster