Birden bire kendimizi distopik bir bilimkurgu filmin içinde bulduk. Sokağa çıkma yasakları, şehirlerarası yollarda nakledilen ağır askeri araçlar, şehir içlerinde askeri araç konvoyları, televizyonda canlı yayında halkını azarlayan bir başkan aynı canlı yayında seçimleri de ertelemeye karar verdiğini açıklıyor. 'Savaştayız' diyor, Covid 19’a karşı bir savaş ve ne gariptir ki bu savaş da askeri yöntemlerle sürecek gibi görünüyor. Dışarı çıkabilmek için kendi kendimize yazdığımız bir onay belgesi taşımak zorundayız. Dışarıdayken güvenlik güçleri sorduğunda bu belgeyi göstereceğiz.
Tam da Türkiye’nin kendi çıkarları için Avrupa’ya ulaşmaya çalışan göçmenlerin umutlarını oyuna sürdüğü, Yunanistan’a geçmeye çalışan göçmenlerin Avrupa tarafından şiddetli bir biçimde “püskürtüldüğü” ve duvarların, sınırların konuşulmaya başladığı bir zamanda, Çinden tüm dünyaya sınır ve duvar tanımadan yayılan ve bazılarına göre son derece “demokrat” bir virüs tüm insanlığı tehdit ediyor. Yani konuşan yetkililer, haberler böyle söylüyor en azından. Ama biz sıradan insanlar için her şey o kadar bilinmez ki… Ne bilinmesi gerekenleri biliyoruz, ne de neyi bilmediğimizi…
Bu benzersiz bir deneyim. Her ne kadar bilsek de dünya denilen gezegenin tarihi ile karşılaştırıldığında çok kısa kabul edilebilecek bir zaman önce İspanyol gribi yüzünden milyonlar ölmüş, yine de bu benzersiz bir deneyim. Geçmişte ne büyük salgınlar yaşanmış ve ne çok insan ölmüş olursa olsun, daha önce hangi salgın hastalık kaç can almış olursa olsun, bu bizim deneyimimiz. Tarihe bakmıyoruz, ya da geleceğe dair bir distopya tasarlamıyoruz. Boğularak ölecek olan biziz, sevdiklerimiz, tam olarak şu anda istesek de istemesek de aynı gezegeni paylaştığımız, aynı güneşle ısındığımız ve aynı havayı soluduğumuz, çağdaşımız olan insanlar.
“Bu bizim deneyimimiz” diye vurgulamamın nedeni, bu deneyimi hiçbir şekilde normalleştirmemek gerektiği düşüncemden kaynaklanıyor. Bu düşünceyi biraz açmak istiyorum. Bunu yaparken elbette tüm bunları düşünme koşullarımı da açıklamalıyım. Salgın Çin’de yayılırken konuyla ilgilendim ama asla içine kendimi yerleştirerek ilgilenmedim. Öylesine uzaktaydı ki… Sonra yaşadığım kentte ilk vaka ortaya çıktığında bunun kolaylıkla kontrol altına alınabileceğini varsaydım. Bulunduğum kentte, belki de modern uygarlığa dair pek çok şeyin başlangıcına mekan olan bu kentte sık sık bir sona tanıklık ediyor olduğumu, ama bu sonu ve tanıklığı nasıl ifade edeceğimi bilmediğimi kendime ve arkadaşlarıma söylüyor olsam da bu “son duygusu” ile Covid 19 salgınını bağlantılandırmayı hiç düşünmedim.
Geçen haftaya kadar sadece ellerimi sürekli yıkayarak ve metroda hiçbir şeye dokunmamaya çalışarak normal gündelik yaşamımı sürdürdüm. Geçen hafta uzun bir yolculuk sonrasında, sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden iki gün önce kendimi eve kapatma kararı verdim. Bu kararın temelinde kendimi virüsten korumak kadar, oldukça uzun yollar katettiğim ve bir sürü insanla karşılaştığım yolculuk sonrasında virüsü taşıyor olabileceğim ve başkalarına bulaştırabileceğim korkusu vardı. Ama bir yandan da bu durumun bir iki aya biteceğini düşünerek geleceği planlamaya devam ettim. Yazın yine o güzel adaya gidecektim, belki Karadeniz'de bir yaylaya gitme şansım da olabilirdi. Alttan alta bu salgının biteceğini ve sonrasında her şeyin eskisi gibi akıp gideceğini umuyordum. Bir de belki kendi hayatıma dair -şu andan bakınca pek küçük- bazı değişikliklerin umudunu taşıyordum. İşte normalleştirme dediğim ve bugün kategorik olarak reddetmek gerektiğini düşündüğüm şey tam da buydu.
Şu anda yaşanmakta olanın gayet mümkün olduğunu yıllardır biliyor olmamıza rağmen, bu mümkün olanı gerçekten olamayacak bir şey olarak aklımızdan uzak tuttuğumuz gibi, bu virüs salgını bittiğinde olması mümkün olanları da aklımızdan uzak tutmaktan bahsediyorum. Ama yine şu olup bitene hızla uyum sağlayıp, evlerimize kapanmayı, sokaklarda polislerin onay belgesi sormasını, virüse karşı savaş ilan edilmesini normalleştirdiğimiz gibi, salgın bittiğinde olması mümkün olacakları da hızla normalleştirmekten korkuyorum. Çünkü görünen o ki akıldan uzak tutulan, gerçekleştiği andan itibaren hızla normalleşiyor. Yani mümkün olanı, olamayacak bir şey olarak akıldan uzak tutma ile olduğu andan itibaren de hızla normalleştirme durumu arasında bir ilişki var ve bu ilişki akıldan uzak tutma-normalleştirme ikiliğinin sürekli yinelenmesine neden oluyor. Bu sürekli yinelenme sürecinde ise yaşamımızın nasıl değişiyor olduğu, nasıl dönüşüyor olduğu ve bu değişim-dönüşüme nasıl dahil olmak, nasıl müdahale etmek gerektiğini düşünmekten alıkonuyoruz.
Günlerdir evde dünyanın dört bir yanından tanıklıklarını yazanları, insanların sosyal medya paylaşımlarını, olup biteni açıklama çabalarını ve yeni ve eskiden yazılmış bu günleri anlamamı sağlayacağını umduğum makaleleri, kitapları okuyorum. Bunu bir marifetmiş gibi söylemiyorum, çünkü biliyorum herkes benimle aynı durumda. Yaşadıklarımıza bir açıklama, olup bitene dair bir anlam arıyoruz. İnsanlık tarihindeki bütün kötülüklerin tanrı tarafından ya da doğa tarafından cezalandırılıyor olduğundan, kıyamet senaryolarına, komplo teorilerinden, bilimsel açıklamalara, haberlerden, bu haberlerin yarattığı umut ya da umutsuzluğu ifade eden yorumlara, okuduğum her şeyi hem anlamlı hem de anlamsız buluyorum. Bunun nedeni, şu “sosyal mesafelenme” dediğimiz sürecin ta kendisi olabilir. Belki de diğer insanlarla arasına bunca mesafe koyunca insan anlamı da kaybediyordur. Bilmiyorum.
Anlam derken olup bitene dair açıklamalardan ya da nedenlerden bahsetmiyorum. Zamanında önlem almayan devletler, sorunun büyüklüğünü fark edemeyen yöneticiler, tüm dünyada piyasaya tabi kılınan sağlık sistemi, dayanışma ve işbirliğini değil, piyasaları önceleyen küreselleşme, kapitalizmin öncelikleri… Evet bütün bunların sonucu olarak dehşet verici bir süreç yaşıyoruz ve salgın giderek ölümcül bir hal alıyor. Ama bu salgın kapitalizmin, piyasa ekonomisinin, küreselleşmenin ya da iktidarların “sorunu” değil. Sorun asıl olarak bizim sorunumuz. Olup bitenler, bugüne dek yaşadığımız hayatlarımızı temelinden sarsan, hepimizi ilgilendiren bir sorunu açığa çıkardı ve bu sonucu hep birlikte biz yaşayacağız. Bu sonucun ise bence şimdilik hiçbir iyi yanı görünmüyor. Yani kendimizi Venedik’te kanalların nasıl da temiz olduğu, Çin’de hava kirliliğinin önemli ölçüde azaldığı bilgileri ile sakinleştirmemize olanak yok. Ya da -evet bu kez bilinçle aklımdan uzak tutmak istediğim- ırka ya da yaşa dayalı ayrımcı yorumlar sadece kötülüğü işaret ediyor…
Sınırların kapatılması, uçuşların durdurulması, sokağa çıkma yasağı ve karantina… Bu önlemleri ne denli arzular hale geldiğimizi düşününce, çaresizliğimiz yüzünden haklarımıza ve özgürlüklerimize dair istencimizin sınırları ile nasıl da karşılaşmış olduğumuzu hissediyorum. Birbirimize sokağa çıkmama çağrısı yapıyoruz. Daha kötüsü devletlerden sokağa çıkma yasağı talep ediyoruz. Elbette bunun en temelinde birbirimize karşı, tüm insanların ötekine karşı duyduğu güvensizlik var. Elbette haksız değiliz bu güvensizlik duygusunda. Elinde ölümcül bir silah tutan “öteki” bu dünyada nasıl güvenilir olabilir ki? Ama devletlere de güvenmiyoruz, nitekim bu güvensizliğimizin gerçek nedenleri gün gibi ortaya çıktı bu süreçte…
Bilim? Elbette ki bilim gerekli ama o da asıl sorunumuzu çözemiyor. Bu yaşadığımız süreci bilimin çözebileceği bir soruna indirgemek yine gerçek anlamdan kopmanın başka bir yanını oluşturuyor. Bilim bizim için aşı yapabilir, virüsle baş etmenin farklı yollarını önerebilir. Ama bu yollar zaman zaman birbiriyle çatışabilir. Nitekim İngilterenin herkes tarafından eleştirilen virüsü kontrol etmeden topluma yaymak ve insanların bağışıklık geliştirmesini beklemek stratejisi de bilimin önerdiği yollardan birisi. Bu virüs salgını sonrasında hayatlarımızın nasıl dönüşeceğinin kararını bilime bile bırakamayız. Çünkü bu dönüşüm, bundan sonra nasıl hayatlar sürdürmek istediğimizle ilgili…
O halde sanırım neredeyse gezegenin yarısının evlerine kapandığı bugünün koşullarında, alınan her türlü önlemi, bize dayatılan her türlü çözümü belki gerekli ama yetersiz bularak işe başlamak durumundayız. Virüs salgını sonrasında yaşayacağımız dünya, bu arada piyasaya dayalı küreselleşmenin, neo-liberal kentleşmenin, kapitalizmin bütün problemleri açığa çıkmış, en “yetkili” ağızlar bunları kabul etmiş olsa da bu sorunların kendiliğinden ortadan kalkacağı, her şeyin daha güzel olacağı bir dünya değil. Kolaylıkla bize “şu anda istediğimiz” güvenlik duygusunu vaat eden, karşılığında ise her türlü hak ve özgürlüğümüzden vaz geçmemizi talep eden bir dünya ile karşılaşabiliriz bu süreç sona erdiğinde…
Şimdilik bir sonsöz: Bu sürecin biteceğini ve her şeyin eski haline döneceğini düşünerek mümkün olanı aklımızdan uzak tutmaya çalışmak yerine, dünyanın dört bir yanında yükselen işçi inisiyatiflerine, dayanışma gruplarına, eylem önerilerine dikkat kesilmek, bir de Zizek’in hatırlattığı gibi devletlerden “güçlü ve etkili bir uluslararası koordinasyon ve işbirliği” talep etmek lazım belki de…