Kendiyle barışık olmayan insandan hayır gelmiyor. Kendiyle barışık olmayan ülkenin de, affedersiniz ama, burnu boktan kurtulmuyor. Arkadaş olmaya, müttefik olmaya çalışıyorsun, kendi iç çatışması etrafını da yiyor. Kişisel olarak kendi iç çatışmanı durdurmak ne kadar zor bilemiyorum ama kendi problemlerini çözmeye hiç yanaşmayan bir ülkenin vatandaşıyım, onu biliyorum. Birkaç yıl önce Bekir Ağırdır’ın Türkiye siyasetinin artık nasırlaşmış 3-4 ana sorununa dokunan bir yazısını okumuştum. Ağırdır, bu sorunların hiçbirinin aslında çözülemez sorunlar olmadığının altını çiziyordu. Diğer yandan bu sorunlar, Türkiye siyasetinin en çok beslendiği sorunlar. Şimdi sen her başın sıkıştıkça Kürt sorununa, yok efendim Kıbrıs’a dadanamayacaksan, neyi bahane edeceksin? Çözülebilecek, kangrenleşmiş sorunları çözsen, siyaset yapmak için araştırman, çalışman, doğru düzgün konular bulman gerekecek. Halbuki sar kardeşim bir azınlığa, cinsel eğilime; biraz milliyetçilik, biraz din baharatı, al sana geleneksel mutfağımızın politik yemeği. Herkes yer. Afiyet olsun.
İyi örnek olarak ABD’yi göstermem abesle iştigal olur elbet ama iyi bir toplumsal barışma adımı, başka bir politik yemek tarifi olarak, hem çok şey öğrendiğim hem de çok etkilendiğim bir müzeden bahsetmek istiyorum. Afrika Amerikalı Tarih ve Kültür Ulusal Müzesi (National Museum of African American History and Culture, kısaltmasıyla NMAAHC), Washington DC'de bulunan ve Afrika kökenli Amerikalılar'ın tarihini, kültürünü ve ülkeye katkılarını belgeleme, koruma ve sergileme amacı güden bir müze. ABD’nin başkentinin devasa ve hepsinin girişleri bedava olan müze adasının son eklenen parçası. Açıldığı yıl olan 2016’da şans eseri oradaydım fakat müzeye ilgi o kadar fazlaydı ki bilet bulmak imkansızdı. 7 yıl sonra, yine de giriş için rezervasyon yaptırarak bu hem gurur hem tartışma kaynağı olan müzeyi gezebildim.
DİYALOĞA DAVET
Daha girmeden dikkat çeken müze binasının mimarisi Ghana asıllı İngiliz bir mimar David Adjaye ve Philip Freelon’un eseri. Irksal tartışmalar, barışma ve iyileşmeye açık müzenin mimarisi de ışığa açılıyormuş bu bağlam düşünülerek. Ayrıca, üç katlı şekli ve geleneksel Afrika mimari unsurlarından ilham alan bronz renkli korona ile karakterize olan mimarisi, Afrikalı Amerikalılar'ın yolculuğunun sembolik bir yansımasıymış. Müzenin fikri, inanılmaz ama 1900’lerin başında ortaya çıkmış, çeşit çeşit tartışma ve teklifin ardından yapımı ABD Kongresi’nde 2003’te kabul edilmiş ve nihayet 2016’da Obama döneminde açılabilmiş.
Müzede bugün 40 binden fazla eser bulunuyor. Bu eserlerin belirli bir kısmı oldukça geniş açıklamaların yanında fotoğraflar, multimedya çalışmalar, videolarla beraber sergileniyor. Açıklamaların aşırı uzunluğunu saymazsak (ki bence gerekliydi ama belli bir süreden sonra başınız dönüyor), çok güzel bir müze gezme deneyimi yaratılmış. Döne döne katlarını çıktığınız müzede sizi alt kattan gezmeye başlatıyorlar. İlk iki kat oldukça sert bir şekilde yüzünüze çarpıyor. 600 yıllık kölelik, ayrımcılık, mücadele ve özgürlüğü yürüme tarihi. Özellikle konuya aşina olmayanlar için çok öğretici hem de dehşet verici açıkçası. Bu kadar yakın bir tarihte yaşanılanlar, bizim gibi farklı kıtada yaşayan ve bu işe hiç bulaşmamış insanlar için sanki filmmiş, gerçek değilmiş gibi. Müzenin Afrikalı Amerikalı tarihini sıfır noktasından, insanların Hollanda, Portekiz, İngiliz gemileriyle kaçırılıp köleleştirilmesinden itibaren anlatan ilk bölümünde, insanların yaşadıkları yerlerden kaçırılarak konserve gibi sıkıştırıldıkları köle gemilerinde bağlandıkları demirlerden (ki kölelerin getirildikleri şeker ya da pamuk plantasyonlarında ortalama yaşam süresi 7 yılmış!), köle pazarında insanların üzerine çıkarılıp alıcılara sunulduğu taşa, kolonyal döneme, Amerikan İç Savaşı’na ve orada siyahlar-beyazlar arasından yapılan anlaşmalara, siyahlar ve beyazlar için ayrı ayrı oturma yerleri olan otobüslerin bizzat kendisine kadar müzede insana ibret veren birçok şey, adım adım sizi yakın tarihte gezdiriyor. ABD’de "Jinekolojinin Babası" olan Dr.J.Marion Sims’in bu "prestijli" üne üzerinde deneyler yaptığı köle kadınlar sayesinde ulaştığını öğreniyorsunuz mesela. Ya da İngiltere’nin köle ticaretini yasakladığında 2.4 milyar dolar tazminat ödediğini; kölelere değil, köle çalışanlarını kaybeden köle sahiplerine! Gettolaştırılmış kasabaları, özgürlük mücadelesinin isimlerini, anlaşması yapılıp tutulmayan sözleri, Ku Klux Klan dehşetini tek tek tabelaları, kıyafetleri, fotoğrafları ile görüyorsunuz. Bu, bazı görüşlere göre bir direnişin de kutlanışı. Bu kadar zulme rağmen dayanan ve bu ülkede kendine bir yer edinen bir ırkın kutlaması.
Keza, üst iki kat cidden çok daha neşeli, kültür, spor, sanatla dolu bir kutlama. Her katı görebilmek için rahat 3-4 saat geçirebileceğiniz müzede yukarılara tırmandıkça siyah kültürde din, edebiyat, moda, spor, medeni hak savunuculuğu, medya gibi bölümlere geliyorsunuz. Özellikle müzik bölümü beni benden aldı. Girdiğinizde neredeyse hepsinin tanıdığınız efsanevi siyah müzisyenlerin konserlerinden parçaların kolajlandığı iki dev ekran karşılıyor sizi. Acayip eğlenceli... Sonra bu müzisyenlerin kıyafetleri, aksesuarlarıyla dolu rengarenk bir salona devam ediyorsunuz. Bu insanların hem Amerikan kültürüne hem dünya kültürüne ne kadar da çok şey kattıklarını şarkılara eşlik ederken fark ediyorsunuz. Müze, gez gez bitmiyor, siz koca bir kültürün denizinde yüzüyorsunuz.
FENA MI OLURDU TÜRKİYE?
Müzeyle ilgili bu yazıyı yazmadan önce güncel politik ve sosyal etkisini anlayabilmek için çeşit çeşit makale ve eleştiri okudum. Kimisi, müzenin biraz kitapvari bir eğiticilikte olmasını sevmemiş. Birçok kişinin tanık olduğu yakın tarih, ABD’de kölelik sonrası devam eden ırkçılığı hayat bilgisi dersi gibi anlatılması hafife almak olarak algılanmış. Kimisi, sert gerçekleri anlatmak için hafifletici bir dil kullanılmasına dikkat çekmiş. Örneğin; "Köle kadınlar, beyaz köle sahiplerinin cinsel isteklerine cevap vermek durumda kalıyordu" yazıyor; “Chesapeake’de siyah kadınlarla yakın ilişkiler kuruldu" yazıyor ama açık açık "Siyah kadınlar sistematik olarak cinsel saldırıya uğradı" yazmıyor. Kimisi de benim çok iyi bir fikir olduğunu düşündüğüm, sadece siyah kültürün mutfağının yemeklerini sunan, hatta bunun için özel bir şefle çalışan müze restoranının bu konseptini itici bulmuş. Bu mutfağı bir yabancı olarak hiç bilmiyordum, öğrenmiş olduğuma sevindim ben mesela.
Bu tip eleştirilerin yanında, herkesin aynı fikirde olduğu bir konu var ki o da, bu müzenin ırk ve kimlik hakkında diyalog kurmak için önemli bir adım olduğu. NMAAHC, Afrikalı Amerikalı tarih ve kültürünün korunması, bu kitlenin temsiliyeti, müzeyi ziyaret eden herkesi ABD tarihinin acımasız, haksız, adaletsiz taraflarıyla yüzleştirerek eğitmesi ve farkındalık yaratması, böylece birlik ve anlayışı teşvik etmesi açılarından önemli. Müzenin açılış konuşmasında Barack Obama da benzer çizgide bir açıklama yaparak, "Burası, protestonun ve vatan sevgisinin nasıl sadece bir arada var olmadığını, aynı zamanda birbirlerini beslediğini, insanların ülkeleri için altın madalyaları gururla kazanırken nasıl hala siyah eldivenli yumruklarını kaldırmakta ısrar ettiklerini anlamanın yeridir" sözlerini sarf etmiş. Müzenin varlığı ne yapılan yanlışı geri döndürüyor ne de bugün hala devam eden problemleri kökünden çözüyor aslında. Yine de varlığı yıllardır atılması istenilen ve sonunda atılan önemli bir adım, bir yürüyüşün başlangıcı. Düşünürsek, açıldığı günden bugüne Obama’dan Trump’a geçip bu açılımda bayağı bir geri gitti ABD ülke olarak. Ama müze hala orada, öğrenmek, anlamak isteyeni bekliyor. Bir tarihi, bir kültürü anlatıyor, hem aslında (siyah kimliği, başarıları, kültürü öne çıkarmasıyla) ayrıştırıcı hem de tanıtması ve bu ülkenin ne kadar büyük bir parçası olmasını anlatmasıyla birleştirici bir alan yaratıyor. Aklıma elbet, zinhar kendi sorunlarını çözmek istemeyen ülkem geliyor. Birkaç gün önce 6-7 Eylül olaylarının yıldönümüydü. Geçen sene çok sevdiğim, İstanbul kültür ve tarih turları yapan bir tur şirketiyle gezerken rehberimiz bu olaylara değindiğinde, bazı yakın arkadaşlarımın bile olayların dehşetinden bihaber olduklarını fark edip şok olmuştum. Daha da derin ve benzer bir örnek olarak, Kürtlerin 90’larda yaşadıklarını, bugün hala yaşadıkları sorunları ABD’de olduğu gibi hem de TBMM’nin ödediği ulusal bir tarih müzesinde sergilenmesi, ne kadar büyük bir çığır açar, ne kadar çok insana bir şeyler öğretirdi. Günün sonunda sadece insan olduğumuzu, aynı ülkede yaşadığımızı hatırlatır, her siyasi baş sıkışmasında kullanılan düşman dilini sorgulatırdı. Ben Türkiye’de yaşayan bir Türk olarak bu ülkenin nüfusunun yüzde 20’sine yakınını oluşturan insanların kültüründen bihaberim mesela. Bilsem fena mı olurdu? Bayıldığım Ebrar Karakurt televizyonda voleybol oynadı diye lezbiyen olmadığıma göre, aynı mahalledeki komşumun kültürünü de öğrensem Türklüğüme bir hal gelmez sanki... Kimliğim bu kadar kırılgan mı ki çekineyim. Geçen gün İsviçre’de ziyaretime gelen bir Kürt arkadaşım, "Bak bu ülkede üç dil konuşuluyor, herkes de gururla İsviçreli. Ben de kendi dilimi Türkiye Cumhuriyeti’nde rahat rahat konuşsam fena mı olurdu sanki?" dedi. Hiç de fena olmazdı, Mahsun. Böyle ulusal düzeydeki paylaşım ortamlarında tanışsak, hepimiz barışırız belki....