Birbirini inadından öpenler cemiyeti
2020 Siyasal Psikoloji Konferansı’nda Vazgeç(me)mek üzerine yapılan konuşmalar, Doç. Dr. Yücel Demirer ve Dr. Deniz Parlak’ın editörlüğüyle Nika Yayınevi tarafından okurla buluştu.
Özgür Erbaş
Biz fikre mi örgütleniriz yoksa cemaate mi? Önce neyi istemediğimizi bulup sonra neyi istediğimize mi varırız? Siyaset bütünüyle bir akıl fikir işi midir yoksa içinde duygulara da yer var mıdır? Olmalı mıdır? Siyasal tarihin bir duygular tarihi olarak da okunabileceğini, çoğunlukla kurumsal yüzler öne çıksa da öfkenin, mücadele ve umudun, korkunun, neşenin, iyimserliğin bu tarihin ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemiş 2020 yılının Siyasal Psikoloji Konferansı’nın çağırıcıları. Konferans’ın teması ise Vazgeç(me)mek. Vazgeç(me)mek üzerine yapılan konuşmalar Doç. Dr. Yücel Demirer ve Dr. Deniz Parlak’ın editörlüğüyle Nika Yayınevi tarafından yayınlandı.
Kitabı okuyup bitirdiğimde tarihe düşülmüş bir nottan çok geleceğe yazılmış bir mektubu okumuşum gibi hissettim. Füsun Üstel’in 'Bir İlişkilenme Biçimi Olarak Vazgeç(me)me' yazısıyla açılan konferans/kitap, siyasal psikolojinin gelişimini anlatırken tüm kitap için de dönüp bakılacak bir rehber olarak konuya yabancı bizlere el uzatıyor. Üstelik bilim dalının ilk tohumlarının 1870-1871’deki Fransa-Prusya savaşında Fransa’nın yenilgisi üzerine yapılan incelemelere dayandığını öğreniyoruz ancak orada bu araştırmaları yapanlar akademiden sürülmemiş, aksine toplumsal değişimlerde karar vericilerin rehber aldıkları kişiler olmuşlar. Ancak 1920’lere gelindiğinde Avrupa yarattığı karanlığa hızla gömülürken bilim insanları da düşünebilmek ve söyleyebilmek için Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmeye başlamışlar ve 1960’lı yıllar siyasal psikolojinin en mümbit dönemlerini geçiriyor. Bu bilgi belki de kimilerince 1980’lerin hazırlığında da kullanılmıştır, kim bilir? Füsun Üstel’in söylediklerinden şunu soruyu da çıkarabiliriz aslında: Türkiye’de bu bilim dalındaki araştırma azlığı bizlere neler kaybettirdi?
Kitabın bölümlerinden okuma zevkini engellememesini umduğum notlarımı paylaşmak isterim.
İlkay Özküralpli '(Normalden) Vazgeçmenin İmkânları Üzerine' düşünmüş ve “normalin” hangi mekanizmalarla belirlenip dayatıldığını ve bu “rahatlıktan” kurtulmanın nasıl mümkün olabileceğini açıklamış. Kişilerin “potansiyel” olarak tanımlanmaya başlanması ile geleceğe yatırım yaptığına inananların kendilerini, çocuklarını ve toplamda hayatı hızlı trenin camından bakmaya çalışanlar gibi izlediğini söylüyor Özküralpli ve “Bu, neoliberal özneyi tüm yaşam alanlarında kendine yatırım yapan ve yatırımcı çekmeye yönelik pratikleriyle kendi değerini arttırmaya çalışan, tabir-i caizse kendini bir portfolyo gibi kuran bir girişimciye dönüştüren örneklerden sadece biridir” diyor. İşte burada “normalden” vazgeçmek veya sıyrılmak için cesarete mi kararlılığa mı inada mı ihtiyaç var? Sorulara sorular eklenirken “başarısızlığa” davet eden yazıda Özküralpli, Sara Ahmed’in “hediye olarak cici elbiseler alındığını gördüğünde surat asan küçük kızını” da selamlıyor.
'Hatırlamak, Vazgeçmeden Beklemek' yazısında Evin Sevgi Baran, hatırlama ve unutmanın birbirinin karşıtı olmadığını söylüyor. Peki unutan ve hatırlayan kimdir? Kimin hatırlamaya, unutmamaya, vazgeçmeden beklemeye ihtiyacı vardır? Kişisel hayatlarımızda olduğu gibi toplumsal hayatımızda da muktedirin anımsanacak olanı belirleme veya belirleyebilme arzusunda olduğu açık. Bu arzusunun hayata geçmesi için kullanılan yöntemler ve bunun için yapılan “yatırım” da ortada. O halde umut edenler ne yapar? Baran, “Bu vazgeçmeme halinin içerisindeki duygunun ise umut etmek olduğunu söylemek gerekir. Bu güçlü umut duygusu vazgeçmeden beklemeyi de beraberinde getirir. Beklemek her ne kadar bir durağanlığı çağırıyormuş gibi görünse de ben bu halin faillik taşıdığını, bunun da sebebinin vazgeçmemeye içkin olmasıyla alakalı olduğunu seziyorum” diyor. Memlekette epeyce sık söylenen “Taş olsak çatlardık toprak olduk dayandık” sözü belki de o sabırlı bekleyişin de pişip taşmasıyla bugünlere gelmiştir.
Geran Özdeş Çelik, 'Dar Zamanlar Üçlemesi'nde 'Bireyleşme ve Özgürleşme Mücadelesinde Vazgeç(mey)işler' yazısında 2020 yılında kaybettiğimiz Adalet Ağaoğlu’nun hayatının, romanının ve Cumhuriyet’in iç içe dönüşümünü bir arada ele alıyor. Feminist bir bilinçle roman yazmanın politik bir eylem olduğunu belirten Çelik, Türkiye’de kadınların Cumhuriyet’in “ileri karakolu” olmak için uzağa fırlatıldıklarında bellerindeki “bekaret kemerinin” unutulduğunu anımsatıyor. Türkiye’deki feminist mücadelenin dünyadaki benzerleri gibi hayata değmedikçe mürekkebi kuruyana kadar bile hükmü olmayan kanunlarda ne yazdığıyla ilgili olmadığını; insanlar arasında eşit ve özgür kimseler olmak için yürütüldüğünü vurguluyor. Ne yazık ki defalarca karşımıza çıktığı gibi siyasal mücadele oralarda bir yerlerde duran kültüre gelip gelip yeniden tosluyor. Kimi zaman biri kimi zaman diğeri üstün geliyor. Hatta o kadar ki feminist mücadeleyi yürütenlerin de omurilik soğanlarına işlenmiş kültürel kuralların uygulayıcısı oluverdikleri görülüyor. Kurtulmakla özgürleşmek arasındaki farkın altını çizen Çelik, başka bir hayatın aynı zamanda bilinen koruyucu mekanizmaların dışına çıkma cesareti için dayanışmayı da zorunlu kıldığını hatırlatıyor. O halde “neyden vazgeçmemek için nelerden vazgeçmeye karar vermek ve eylemek” gerekiyor.
Pandemi döneminde iyice belirginleşen “kendine kapanma” ve “sağlık odaklılık” ise Gökçe Zeybek Kabakcı’nın 'Toplumdan Vazgeçmek: Sağlık-Odaklılık Ekseninde Beden ve Eve Kapanma' yazısında, sağlığın akla gelen gelmeyen tüm yönleriyle satılığa çıkarılmasının yarattığı tahribat da irdeleniyor. Aklın karşısına konumlandırılan duyguların, toplumsal, kültürel, tarihsel dahası siyasal ve ideolojiyle yakından ilişkili olduğunu belirten Kabakcı, korkunun bizzat siyaseti mümkün kılan duyguların başında geldiğini vurguluyor. O kadar ki korku beraberinde öfke, nefret hatta tiksinti duygularını da beraberinde getiriyor. Tüm bunlar farklı dönemlerde farklı “biz” ve “ötekiler” doğuruyor; her “biz” kendisini o günün “ötekisinden” korumaya çabalıyor. Pandemi döneminin “hayat eve sığar” ve “evde kal” çağrılarının da sakınılması gerekenlerden korunmaya dönüşmesini güvenlikli sitelerin giderek yükseltilen duvarlarıyla sakınılan “düşmanlardan” korunma ihtiyacından çok uzağa düşmediğini de anımsatıyor. Bu gönüllü gettolaşmanın “immünitas” yani bağışıklık sağlayarak toplumsal yüklerden de kurtulmaya varan ironisi akla “normal” olmayı başarmışlar ile “potansiyelini açığa çıkaramamış başarısızlar” arasındaki kopuşun ve toplumdan vazgeçişin yolunun açılmasını da getiriyor. Daha fazla, daha uzun, daha sağlıklı… Belki de “iyi de niye” diye soruversek dağılıverecekmiş gibi gelen bu halin üzerine hep beraber daha fazla düşünmemiz gerektiği de ortada.
Peki ya içinde doğup büyüdüğü toplulukla artık yaşamaya devam edemeyenler? Onların başkalarının arasına karışmasında “sürgün”, “mülteci”, “göçmen”, “muhacir”, “yerinden edilmiş”, “sığınmacı” kelimelerinin her birinin yükü ne kadar etkili? Kadir Dede, 'Vazgeçişte Vazgeçilmeyenler: Gündelik Milliyetçilik ve Hollanda’da “Expat” Deneyimleri' yazısında, göçmenliğin ve göçmenlerin nasıl katmanlaştığını anlatıyor. Mülakatlar ve gözlemlere dayalı araştırma sonuçlarının değerlendiren Dede, yeni hayatlarında “arkalarından gelen şehir” ile de mücadele etmek zorunda kalan expatların bunca yıla, iletişim teknolojilerinin bunca gelişmişliğine rağmen kendilerine “fes mi takıyorsunuz”, “deveye mi biniyorsunuz” diye soran “yerlilerle” karşılaşmalarını, vazgeçtim dediğin yeri savunmak zorunda bırakan ikilemleri aktarıyor. Sorun sırf orada olduğu için senden “ileride” sayılanlarla baş etmek de değil elbette. Buradan daha önce gitmişlerin kendilerini konserve yöntemiyle koruyarak kaynaşmamakta buldukları milli gururla da mücadele edilmesi gerekiyor. Burada da başka türlü bir “biz” ve “onlar” ortaya çıkıyor. Üstelik nihayetinde kendi memleketine göre “iyi” olduğundan durmadan başka türlü meydan okumalarla karşılaşmak zorunda kalıyorsun. Ama yine de Hollandalı tesisatçıya “fişsiz kaça olur” sorusu sorulamadığından, ne de olsa memleket yemekleri daha ucuza geldiğinden, iki kelime de olsa anadilini duymanın hazzından kaçılamıyor.
'Vazgeçmeyişi İcat Üzerine Gözlemler: Kocaeli Dayanışma Akademisi – Hayat Bilgisi Okulu' yazısında Yücel Demirer, uzaktan bakan, belki biraz yanında yöresinde olmuş bizlere, bilgiyi üretmenin ve paylaşmanın memuriyete tabi olmadığına inanan akademisyenleri anlatıyor. Kamu görevine girmenin de görevinde kalmanın da aristokrasiyle ilişkine bağlı olmasına karşı yürütülen mücadelenin üzerinden epey zaman geçse de Türkiye’de konu haklar olunca ayarlama hep geride bir tarihe yapılıyor. Demirer, bir tasfiyeye yanıt olarak direniş niyetine kurulan Hayat Bilgisi Okulu’nun kentini, okulunu, öğrencisini, ortamını terk etmemeye, bunlardan vazgeçmemeye karar veren bir grup akademisyenin “kuvvetli inadı” ile nasıl mümkün olduğunu gösteriyor. Hayat Bilgisi Okulu’nun sırasından masasına, mutfağından boyasına, çayından meyvesine varana dek ince ince düşünülmesi ile eşzamanlı olarak üniversitenin her kademesindeki öğrencisine değil de herkese ders vermenin zorlukları da akılla bilgiyle çözülüyor. Bir yandan da Türkiye’nin mevcut kampüslü akademisinin kısıtlarından kurtulmanın olanakları da kullanılarak eşitlikçi, eleştirel, gelişmeye yüzünü dönen bir ortamın da burada, şu anda mümkün olduğu da bu sayede görülüyor.
Türkiye’nin ne yazık ki karikatürleşmeye devam eden “hassasiyet” çarpışmaları arasında birinciliğini arada sırada geçim derdine bırakan laiklik, adı eski Yunancada “kutsal bilgelik” anlamına gelen Ayasofya’nın camiden müzeye, müzeden camiye dönüşmesi üzerinden Deniz Parlak’ın 'Ayasofya, Laiklikten Vazgeçişin Bir Hikayesi mi?' yazısıyla başka yönleriyle ele alınıyor. Bizzat Fatih Sultan Mehmet’in emriyle Kritovulos tarafından kaleme alınan İstanbul’un fethinin tarihinde Ayasofya’da şükür namazı kılındığına dair not olmasa da aksine inanan bunca insan varken hakikat de dipnot olarak kalabiliyor. İşte bu noktada Parlak, Ayasofya’nın bir sembol olarak Türkiye’nin siyasal tarihinde, siyaset yapıcıların aklında ve gönlünde nereye denk düştüğünü anımsattıktan sonra yine sembolik bir gün olan 24 Temmuz’da Diyanet İşleri Başkanı’nın elinde kılıçla Cuma hutbesini okumasının çokça tartışılsa da laiklikten vazgeçmek olarak değerlendirilemeyeceğini söylüyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının müze kararıyla, İslam dininin toplumsal hayattaki yerini değişmediği gibi AKP’nin yeniden ibadete açma kararının da laiklikten vazgeçişi icra edemeyeceğini belirten Parlak, bunun toplum kesimlerinin gözünde ve gönlünde tam olarak neye denk geldiğinin ise ancak geniş kapsamlı araştırmalar ortaya çıkarılabileceğini vurguluyor.
Kitapta Aksu Bora’nın moderatörlüğünde 'Az Gittik, Uz Gittik' başlıklı yuvarlak masa sohbetinde Burcu Karakaş, Çiğdem Toker ve İrfan Aktan’ın gözünden Türkiye’de kimlerin nelerden vazgeçmeyerek, inat ettiklerine dair gözlemler aktarılıyor. Behçet Çelik, Gaye Boralıoğlu, Mehtap Ceyran’ın edebiyatçıların bakışıyla gördükleri vazgeçmeme iradesine sahip çıkanlar ise yine Aksu Bora’nın moderatörlüğünde 'Çekilmek, İnat Etmek, Tereddüt' başlıklı sohbette ele alınıyor. Nilgün Toker’in moderatörlüğünde 'KHK’lı Akademisyen Kadınlar Vazgeçmiyor' sohbetine katılanlar da Didem Dayı, Meral Camcı, Mine Gencel Bek, Özlem Şendeniz. Onlar, geçen zamanda 'Koşarken Yavaşlar Gibi' yaşadıklarını, birbirinin inadında buldukları gücü, aynı keskin kılıcın her birini nasıl farklı kestiğini aktarırken direnmenin boyunlarına borç diye asılmasından duydukları yorgunluğu da paylaşıyorlar.
'Vazgeç(me)mek' kitabı, okuyucusuna kendi iç yolculuğuna da dönüp bakma olanağı veriyor. Kitabı okuduktan sonra çocukken arkadaşlardan veya büyüklerden yediğim fırçaların hangisine içim cız etmiş hangisini biraz da olsa hak etmişim, o duygu ile ne yapmışım diye düşünmeye başladım.