İlk üç yazıda, büyük ölçüde kişisel gözlem ve anılardan hareketle anlatmaya çalıştığım kenar mahalle insanları; yani, eğitimli orta sınıf kibriyle malûl bir kesim yurttaşın mütemadiyen ‘cahil halk’ ifadesiyle tanımlamayı tercih ettikleri. Milyonlarca yurttaş ve bir kısmıyla hemen hiç karşılaşmıyoruz. Aslında yalnızca bunu düşünmek dahi ürkütücü. Yolda izde karşılaşmaktan söz etmiyorum; gerçek bir karşılaşma, diyalog ihtimali yaratan.
1970’lerde evimizin karşısındaki irice binada, ‘fabrikatör’ bir komşunun ailesi yaşıyordu. Tabii bugünden bakınca orta ölçekli sayılabilecek bir atölyeden söz ediyorum aslında ama o yıllarda bizim için fabrikaydı. Aynı yerde yaşayıp çocuklarıyla aynı sokakta oynuyorduk. Onların yurt dışından gelmiş bir film gösterme makinesi vardı yalnızca. Az buz zenginlik değil! Böyle bir iki aile daha yaşıyordu. Muhit ortalaması yoksuldu ama yine de üç beş varlıklı bulunurdu. DP’nin sloganlaştırdığı, ‘her mahallede bir milyoner’ düşü, bizim orada gerçekleşmiş demek ki!
Günümüz şehircilik tercihleri, sanırım bu durumun bir ‘ihtimal’ olmasını dahi zorlaştırmış durumda. Fırsatınız olursa bu ayın Birikim dergisini (sayı 358-359) okumanızı tavsiye derim. Yerel yönetimler konusuna ayrılmış. Güzel yazılardan biri kent bilimci sevgili Ulaş Bayraktar’a ait. Mahalli ‘ihtiyaç’ ve mahalli ‘müşterek’ terimleri (anayasadaki) üzerinden çok yerinde çözümlemeler yapıyor ve yerel yönetimlerin başlıca görevinin kamusal ortaklık duygusunu yaratacak faaliyetler olduğunu savunuyor. ‘Hemdert’ ve ‘hemhal’ olmak terimlerine başvuruyor. Bugünün rezidans ve sürat şehirciliğinde, hemhal ve hemdert olabilmek mümkün mü? Bir kesimin çocuklarıyla, diğer kesiminki arada bir trafikte karşılaşır, o da belki! Okullar, mahalleler, sosyalleşme mekânları, AVM’ler, farklı kesimleri birbirinden bıçak gibi ayırıyor.
Böylesine güçlü bir ayrışmadan, ‘hemhal’ ve ‘hemdert’ olabilen, birbirinin dilinden anlayan bir insan topluluğu çıkar mı? Çıkmaz ve çıkamıyor da zaten. Bir önceki yazıda vurgulamaya çalışmıştım; aralarında yalnızca bir iki kilometre olan muhit sakinleri aralarındaki ayrışma giderek ürkütücü boyuta ulaşmış durumda. Şehirde gerçek bir ortaklaşalık duygusu yaratacak kamusal alanlar yaratılamıyorken, semtler arasındaki alışverişi sağlayacak ve bu sayede hayırlara vesile olması muhtemel bazı gelişmeler, bu kez yeni dertlerin doğmasına yol açabiliyor. Geçen hafta Gazete Duvar’da yayınlanan bir ‘Kadıköy’ yazısına (Grand Korçi), Birikim’de verilen yanıtı (Barış Özkul) ve oradan doğan yararlı polemiği takip etmişsinizdir. Metro ve metrobüs, Kadıköy’e kenar mahallelerden ulaşımı kolaylaştırdı. Son derece olumlu bir gelişme aslına bakılırsa. Fakat diğer yandan, (Taksim’in canına okunmasının da etkisiyle) kalabalık ve o aşırı kalabalığın ‘muhitle’ uyumsuz halleri, başkaca toplumsal ve kentsel sorunlara neden oluyor. Söz konusu yazıları okumayan varsa öneririm. Sonuç olarak, artık birbirinden pek habersiz bir şehirlilik var ve farklılıkların, zengin ve yoksulun aynı muhitlerde var olabilmesi eskisi kadar mümkün olamıyor.
Aklınıza gelebilecek hemen her konu, birbirinden büyük ölçüde habersiz kesimlerde bambaşka yankılanıyor.
En rahatsız edici, üzücü örnek üzerinden gidelim. Nasıl olur da bir yönetici, öldürülmüş bir çocuğun anasını yuhalatır? Nasıl olur, o insanlar yuhalar? Çok sayıda insanı üzen, kahreden bir gündü. Bu cümledeki ‘çok sayıda insan’ kim peki? Birbiriyle şu ya da bu ölçüde iletişimi olan, hayatın bir yerinde dirsek teması kurmuş, örneğin sosyal medyada benzer insanları takip edip muhtemelen aynı gazeteleri okuyanlar. Şundan kuşkumuz olmasın; memlekette öyle bir cinayet işlendiğinden dahi habersiz çok insan var! Haberdar olanlar ne düşünüyor? Büyük çoğunluk, bir çocuğun öldürülmesine sevinmiyor tabii. Ahlaksız bir azınlık, “Büyüse devlet düşmanı olurdu zaten,” diyor. İyi kalpli olanları da, böyle konularda genellikle insancıl ancak apolitik davranıyor: “O yaşta çocuğun orada ne işi varmış!” Suç anne babada! Görüldüğü üzere, çevremizdeki insanların sergilediği duyarlılıkla/tavırla hiçbir ilgisi yok. Sanırım mücadele edilmesi en güç olan dil, “o saatte ne işi varmış?” diyeni. İyi niyetli olmaya çalışan ve o ölçüde tehlikeli bir yaklaşım.
Söz konusu zihniyet, öncelikle ‘devleti’ korur, koruyor. Konu ne olursa olsun. Güncel bir örnek: Eşi dostu Cemaat mensubu/sempatizanı olanların 15 Temmuz’dan sonraki halleri. Çok çarpıcı ve ibret verici değil mi? Oysa hemen hepsi Cemaat sempatizanıydı, çünkü o zamanlar devlet destekliydi. TBMM Başkanı olan kişinin, üç beş yıl önceki bir konuşmasında dindar kesimin (seçmenlerinin) çoğunun zaten Cemaatle içli dışlı olduğunu söylediği video dolaşıyor internette. Çok haklı. İktidar ve Cemaat ters düşüp bir de üzerine 15 Temmuz gerçekleşince, aynı insanlar bir günde sırtlarını döndüler kırk yıllık eşlerine dostlarına! Bu muhitlerdeki insanlar, önce ‘devlete’ bakıyor. Çoğu zaman güvenmeseler de, başları derde girmesin diye sürekli devlet övgüsü yaptıklarına tanık oluyorsunuz. ‘Balyoz mahkumiyetlerini de alkışladılar, beraatları de alkışladılar!’ diyoruz ya; eh çünkü devlet ne eylerse güzel eyler!
Şu ifadeyi yinelemekte yarar var: Başları derde girmesin diye! Bizim semtlerdeki en ciddi endişelerden birinin, ‘başını devletle derde sokmak’ olduğunu söylersem yanlış olmaz. Yönetenlerle (en alt seviyeden en yukarıya) arayı her zaman iyi tutmalı. Çocukluğunuzdan itibaren hücrelerine işleyen bir duygu bu. Nasıl oldu da yurtlarda tecavüze uğrayan çocuklar, bu kesimi hemen hiç ilgilendirmedi sizce? Kurumlara, devlete millete zeval vermemeli; kol kırılıp yen içinde kalmalı ve ‘düşmanı’ sevindirmemeli, çünkü.
Neden mütedeyyin aile çocuklarını toplumsal olaylarda, gösterilerde vs. hemen hiç görmeyiz? Büyük çoğunluğu eylemcilerle aynı kanıda değil tabii, bu doğru. Buna mukabil benzer kaygıları paylaşanlar da var. Son zamanlarda (örneğin 8 Mart’ta) gösterilerde türbanlı gençleri daha fazla görür olsak da, solcu aile çocuklarının aktivistliğiyle karşılaştırılamayacak kadar cılız. Her eylemin, her itirazın ‘devlete başkaldırma’ olduğunun belletildiği bir dünyada büyüdüler çünkü. Bu yüzden iktidar tüm ‘yasal’ toplumsal eylemleri bu kadar rahat yasa dışı ilan edebiliyor. İktidarın ağzından dökülen ve bizi çileden çıkaran ifadeleri, bir ömür evde dinlemiş nesillerden söz ediyorum. Tepki duyan o gençlerden biri, eğer eyleme katılır ve diyelim gözaltına alınırsa, ailesinin (ve asıl çevresinin) canına okuyacağını hatta okuldan almaya kalkışacağını bilir. Daha birkaç gün önce bir taşra üniversitesi öğretim üyesinin “Sakın çocuklarınızı okumak için başka şehirlere göndermeyin, dizinizin dibinden ayırmayın,” buyurduğu yazıldı çizildi. Bu yaygın kanaattir o dünyada. Fazlaca yadırgayanı yok. Sürekli zırvalayan heriflerin rahatlığı da buradan kaynaklanıyor.
Muhafazakâr dünya kadınlarının çok değiştiğini gözlemlemek de mümkün artık neyse ki. Kamusal yaşamda daha görünürler ve bu da çok iyi bir şey. Buna mukabil kenar mahalle tutuculuğunda hapsedilmek istenen kadınların sayısı, tahmin ediyorum hâlâ çok fazla. Tutucuların başlıca derdidir kadınlar, malum. Her gün medyada kadınlara dair bu denli saçma sapan ifadeyi boşuna okumuyoruz. Evinin hanımı ve çocuğunun anası! Geçenlerde muhafazakâr dünyadan gelip dini konuları da gayet iyi bilen sevdiğim bir üniversite öğrencisiyle sohbet ederken, dindar genç kadınlar arasında (üniversitede) erkeğin gerektiğinde kendilerine dayak atabileceğini düşünenler olduğunu söyledi. İşte bu çok fena. Yeni bir insan tipi bu. Üniversiteye gitmek de hiçbir şey değiştirmemiş hayatlarında.
Söz konusu ailelerin yapısı, seçmen davranışı açısından etkili. Bildiğim istisnalar olmakla birlikte, genel gözlemim muhafazakâr ailelerde er kişinin, eşinin siyasi tercihi üzerinde belirleyici olduğu. Kadınlar genellikle ‘evlerinin direkleriyle’ aynı yönde oy kullanıyor.
Tüm davranış kodlarında ‘din/inanç’ faktörü çok güçlü bir belirleyici. Dini semboller. İktidar tepe tepe kullanıyor bunları. Önemli ‘oylamalardan’ önce, sosyal medya üzerinden dua seansları organize ediliyor örneğin. Ne söylerseniz söyleyin, “Olsun, alınları secdeye değiyor ama” yanıtını alıyorsunuz. Kuşkusuz ‘inanç’ hakkındaki bilginin sığlığı da bunda belirleyici. Bir tür vitrin dindarlığı söz konusu olan. Bir iki ay sonra, her akşam TV’de göreceğimiz Nihat Hatipoğlu gibi adamların programlarını, dinleyicileri, soruları hatırlayın. O kitleler istisna filan değil. Çocuklara tecavüzlerle ya da yolsuzluk iddialarıyla değil, oruç bozulunca kaç gün borç ödemek gerektiğiyle ilgililer. Hakikaten böyle.
Tabii kenar semtlerde inancın belirleyiciliği, eğitim yoksunluğu ve sağcılaştırma siyasetiyle birleştiğinde, kolaylıkla akıl fikir almaz propaganda için de verimli bir toprak haline getirilebiliyor. 28 Şubat döneminde kabul edilen sekiz yıllık temel eğitim tartışmaları esnasında, bizim mahalle esnafı arasında dolaşan dedikodu şuydu: “Ortaokullarda Lenin’in kitapları okutulacakmış artık!” Nasıl? İnanılmaz gelmesin. Daha ‘ilginç’ dedikodular duymak da mümkün!
AKP’nin kullandığı hiçbir sembol boşuna değil. Her bir slogan, her bir sözcük bir ihtiyacı karşılıyor. Milyonlarca insanın ne yaşadığıyla ilgilenmiyorlar, ta ki kendi menfaatleri zarar görene dek. Ayrıca bazı sorunlar, zaten gündem dahi olamıyor. Şu UBER meselesi örneğin, ne kadar çok tartışıldı. Neden umursasın ki kenar mahalleli orta-üst sınıf ihtiyaçlarını. Taksim Meydanı perişan mı oldu? Sultanbeyli’de yaşayanın umurunda mı? Mahalle sinemaları kapandı? Eh TV var ya! Ayrıca pırıl pırıl AVM’ler ne güne duruyor, neyimize yetmiyor! Trafik kötü mü? Canım, eskiden metro, metrobüs mü vardı, bak şimdi her yere hemencecik gidiyoruz! ‘Kamu hizmetine’ duyulan büyük özlemi ihmal etmeyelim. Belki abartıyorumdur ancak Türkiye’de açılan metro hatlarının temizliği ve bakımlı hali sizin de dikkatinizi çekmiyor mu? Londra’da iki ayda canına okunur trenlerin. Görmezden gelinen insanlara, insan muamelesi yapıp düzgün bir şeyler sunduğunuzda kıymet biliyorlar.
Değerli okur,
bu konuda çok şey var yazacak, ancak bir yerde bitirmek gerekiyor. Büyüdüğüm(üz) kenar mahalleye, belli açılardan hiç iyi davranmadı yıllar. İnsanına da mekânına da. Yeni kuşakların dindarı, 1950’lerde 60’larda İstanbul’a göçen büyüklerinden daha tutucu oldular. Yoksulluk onları ezip geçti ve sığınacak yer arayışları ilk kuşaktan daha yoğun oldu. Bir yanda karşı mahallenin hissedilen baskın kültürel iktidarı, diğer yanda o iktidara duyulan özenme ve kızgınlık. Kültürel alanda olmasa da, özlemini duydukları gücü ve özgüveni kendilerine sağlayan siyasal iktidara karşı sevgi ve sadakat.
Şunu yinelemekte yarar var: Her birimiz toplumsallığımızın ürünüyüz. Türkiye’deki kamplaşma, birbirinden uzak kesimler arasındaki bağı iyice zayıflattı. Başımıza gelen ve gelecek hiçbir kötülüğü zerrece umursamayan kalabalıklarla karşı karşıyayız. Ama memleket de hiç kimsenin babasının tapulu malı değil nihayetinde. Birbirimize bayılmak zorunda değiliz, ancak birlikte yaşam için hiç olmazsa ‘anlamak’ durumundayız. Kökenini anlamadığımız hiçbir sorunu çözemeyiz. İnsana şans vermeli. Cumhuriyet, başkaca şeylerin yanında yeni bir dil de kurmalı. O yeni dile dayanmalı Cumhuriyet değerleri.
Değerli Ulaş Bayraktar’a bir kez daha atıfla; ‘hemhal’ ve ‘hemdert’ olmak hakikaten çok önemli. Bunun için de, ‘hâl’den anlamak ve ‘dert’leşmek gerekli sanırım...
Kadıköy oksimoronu!
Kadıköy'ün göçmenleri: Genç işçiler