Birîna Reş'ten korona virüsüne değişen bir şey yok

Yıllar ezerek, yakıp yıkarak geçerken Kürtlerin yaşadığı yerden bakıldığında, öz itibarıyla değişen hiçbir şeyin olmadığı çok rahat görülebiliyor. Bir süre önce, yazmayı düşündüğüm roman için araştırmalardan elde ettiğim verileri yeniden gözden geçirirken, bugünkü durumla 61 yıl önceki durum arasındaki benzerlikleri görünce şaşırmadım. Nihayet söz konusu Kürtler olunca yıllar geçse de devlet aklı değişmiyordu.

Abone ol

Vedat Çetin *

Haziran ayının son haftasında 150 yataklı Cizre Devlet Hastanesi’nde yer kalmadığı için Covid-19 belirtisi gösteren hastalar Şırnak, İdil, Silopi Devlet Hastanelerine yönlendirildi. Ayrıca Şırnak ve Cizre’de Kredi Yurtlar Kurumu öğrenci binaları karantina binası olarak kullanıldı. (1)

27 Temmuz’da basında ve sosyal medyada yer alan bir habere göre, korona virüsü tespit edilen ve durumu ağırlaşan Şeref Yıldız için Diyarbakır, Mardin, Batman, Elazığ ve Urfa’daki hastaneleri arayan yakınları “Boş yer yok” cevabı aldıklarını söylemiş, Şeref Yıldız özel hastanede vefat etmişti. (2)

Aynı günlerde sağlık emekçilerinin basında yer alan açıklamasında, Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep ve Mardin’deki hastane ve yurtlarda korona hastalığı nedeniyle yer kalmadığı uyarısında bulunuluyordu.

Sağlık Bakanlığı'nın her gün açıkladığı vaka raporlarına başta TTB ve sivil toplum örgütlerince kuşkuyla bakılıyor, tartışılır bulunuyor. Normalleşme Planı sonrası hızlanan salgın ve ölüm vakaları karşısında hükümetin kayıtsız kaldığına yönelik eleştiriler de artmaya başladı. Bunlardan biri de HDP'den gelen eleştirilerdi.

Toplum üzerindeki kontrolün arttırılmasını bir fırsat olarak değerlendiren AKP hükümeti, devlet aklı gereği Kürtler ve Kürt siyasetiyle birlikte yürüyen solcuları hedef tahtasına oturttu bu süreçte. Bölgedeki belediyelere kayyım atanmasına devam edildi, gözaltılar, haksız tutuklamalar yaygınlaştı, mahkemelerde adil olmayan yargılamalar sonucu seçilmişlere, kanaat önderlerine ağır cezalar kesildi.

HDP, öne sürdüğü bu nedenlerle pandemi sürecindeki hükümet politikalarını “düşmanca yaklaşım” (3) biçiminde yorumluyor; siyasal İslamcılık şemsiyesi altında Türkçülük, Türk milliyetçiliğini yayma çalışmaları sinsice sürdürülüyordu.

Çok değil, üç-dört yıl öncesinde sosyal, kültürel gelişmişlik düzeyi ve toplumsal duyarlılığıyla dinamik bir atmosfer vardı Diyarbakır’da ve bölgede.

Belediyelere kayyım atanmasaydı, halkın seçtiği yerel yöneticiler derdest edilip cezaevlerine konmasaydı, aydınlar, yazarlar, sanatçılar ve sivil toplum örgütleri baskılanıp sindirilmese ya da sürgüne zorlanmasalardı, halkın bilgilendirilip yönlendirilmesi hiç de zor değildi. Halka öncülük yapan bu kesim toplumsal duyarlılık yaratabilmek için azami ölçüde çalışmalar yürütebilir, hatta bire bir müdahalelerde bulunabilirlerdi.

Yukarıda özet geçtiğim nedenlerle bireylerde ilgisizlik, duyarsızlık öne çıkmaya başlarken, bölgede adeta toplumsal depresyon yaşanıyor.

Çünkü yıllar böyle ezerek, yakıp yıkarak geçerken, Kürtlerin yaşadığı yerden bakıldığında, öz itibarıyla değişen hiçbir şeyin olmadığı çok rahat görülebiliyor.

Bir süre önce, bu konuda yazmayı düşündüğüm roman için araştırmalardan elde ettiğim verileri yeniden gözden geçirirken, bugünkü durumla 61 yıl önceki durum arasındaki benzerlikleri görünce şaşırmadım. Nihayet söz konusu Kürtler olunca yıllar geçse de devlet aklı değişmiyordu.

61 YIL ÖNCE

1955 yılı Nisan sonunda yurt dışından hibe olarak gönderilen yüz bin ton civarındaki Hekzaklorobenzen ihtiva eden cıvalı tohumluk buğdaylar vagonlara yüklenir ve ülkenin en geri, en bakımsız, en sorunlu bölgesine ya da bir şairin dizesindeki gibi “bir ülkeden bir iç ülkeye” gönderilir.

“İç ülkede” yoksul halk çekirge saldırılarıyla, kımıl ve kıtlıklarla açlık sınırında yaşıyordu. Oysa buğday ekimine henüz dört ay vardı ve hükümet yetkililerinin tohumluk buğdayın zehirli olduğu ve ekmeğinin pişirilip yenilmemesi gerektiği yönünde hiçbir açıklaması yoktu.

İKİ YIL SONRA

Bilinmeyen bir hastalık peydahlanır, sağlık merkezlerine başvuranların sayısı yüzleri, giderek binleri bulur. Diyarbakır Numune Hastanesi’nde görevli cildiye uzmanı bir doktor, birkaç hastadan kan örnekleri alıp Ankara’ya gönderir. Bilgilendirmeler yapılır. Beklenen ilgi ve destek gönderilmez. Sağlık Bakanlığı yetkilileri bu duruma kayıtsız kalırlar.

İlk başlarda hastalık yanlış teşhis edilir, dolayısıyla doğru tedavi edilemez hastalar. Hastalığın teşhis edilmesinde ve tedavisinin uygulanabilmesinde çaresizlik yaşayan doktorlar, bir yıl sonra araştırma ve gözlemleri sonucu elde ettikleri verilere göre, hastalığın ortaya çıkması için iki senelik kuluçka devresinden bahsederler.

1957 yılında ilk ölüm vakaları meydana gelir, fakat basına ve kamuoyuna yansımaz.

16 Ağustos 1958 tarihli Milliyet gazetesinde “Diyarbakır’da korkunç salgın” başlığı kamuoyunun dikkatini çeker ve tartışılır. Ertesi gün Sağlık Bakanlığı itiraz eden bir açıklama yayınlar.

.

Aynı günkü gazetede Diyarbakır’a giden ekipteki doktorun hastalık hakkındaki müşahedelerinden özet:

“Hastalık mikrobik değil, zehirlenmeye bağlı bir metabolizma hastalığıdır. Hastalık bulaşıcı değil. Vücutta aşırı derecede kıllanma başlıyor. Bütün vücudu kaplayan uzun siyah tüyle hastaya korkunç bir görünüş veriyor. Güneşe maruz kalan vücut kısımlarında bilhassa ellerde ve yüzde güneş tesiriyle yanık gibi içi su dolu bir kabarcık veya kabar beliriyor. Sonra patlıyor ve yara halini alıyor. Yaralardan biri iyileşirken yenileri ortaya çıkıyor ve hastalık devam edip gidiyor. Diğer belirtiler: İştahsızlık, uykusuzluk, kanlı gibi koyu çay renginde idrar işeme ve aşırı zayıflık görülüyor; bilhassa kız çocuklarında karın şişiyor, karaciğer büyüyor. Kör olan, parmakları dökülen çocuklar da var. Hastalığa yakalanan büyüklerde ise cinsi iktidarsızlık hâsıl oluyor ve pek zayıflıyorlardı.

Hastalık 1956’dan beri bilhassa yaz aylarında ortaya çıkıyordu.

Halk ilaç bulamadığı için yaralarına kına koyuyor. Sinek, pislik ve bakımsızlıktan gayri bir şey yok.”

Bu arada Sağlık Bakanlığı tarafından heyetler gönderilir. Bakanın kendisi birkaç kez bölgeye giderek ölümle sonuçlanan hastalığın seyrini yerinde tetkik eder, yetkililerden bilgi alır.

Sağlık Bakanı'nın bölge gezisindeyken uğradığı Elazığ’ın Keban ilçesinde gazetecilerin sorusuna binaen yaptığı açıklama 26 Ağustos 1958 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Kara yara mühim değil” başlığı altında verilir. “Hastalık basına aksettiği gibi vüs’atlı ve korkunç değildir. Bakanlıkça derhal gerekli tedbirler alınmış ve sirayeti önlenmiştir. Ölüm miktarı da bugüne kadar yazılanlara uymamaktadır. Size hastalığın tamamıyla geçtiğini söyleyebilirim.”

.

Bir gazetenin tedavi masraflarını üstlendiği bir hastanın hikâyesini yayınlamasıyla konu yoğun ilgi görür. Bakanlık da durumu kurtarmak için 30’ar kişilik gruplar halinde hasta çocukları tedavi ettirmek maksadıyla Diyarbakır’dan Ankara’ya getirir.

Bir yıl sonra Diyarbakır’a giden gazeteci ekip, Bismil’de yaptığı görüşmelerin neticesini haberleştirip gönderir. Söz konusu haber 23 Temmuz 1959 tarihli Milliyet gazetesinin birinci sayfasında “Kara Yara'dan bir yılda 500 ölü” başlığı altında yer alır.

Bu olayın yankısı ülke sınırlarını aşar ve yabancı basının Türkiye temsilcileri Diyarbakır’a giderler.

1959 yılı yazının sonuna kadar ölüm haberleri gazete sütunlarında yer almaya devam eder. Yayınlanan verilere göre, vaka sayısı 3 bin (sonradan bu rakam 4 bin olarak ifade edilir), vefat sayısı yüzde 10 kadardır.

Resmi kaynaklarca toplam ölüm sayısı 130 civarında sabitlenir. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Şevki Atasagun, basına verdiği beyanatta “Endişeye mahal yok” der. Meclis'te hakkında soruşturma önergesi verilir.

Bu olay Musa Anter'i çok etkilemiştir. Yıllar sonra yazdığı hatıralarında Birîna Reş olayının gelişimini şöyle anlatır: “(..) Bu ara Diyarbekir havalisinde bir gezinti yapmış; Çüngüş, Dicle, Hazro, Lice, Hilvan, Çınar ve Bismil'i gezmiştim. Bu ilçelerde çoğu doktorsuz olan sağlık ocaklarına uğradım. Buralarda 'maymun' yavrularına dönüşmüş, yüzlerce, yara bere içinde çocuk gördüm. Çocukların tüm yüzleri kara kara ve bir karış boyunda kıllarla kaplıydı. Yüzleri ve vücutları, çeşitli yerlerinden parça parça etler dökülmüş, iyileşmez yaralarla doluydu. Çocukların büyük bir kısmı ölüyordu.” (4)

Tedavilerin yapılabilmesi için sağlık merkezlerinde ve numune hastanelerinde hasta müşahede odaları ve yataklar yetersiz olduğundan hasta yakınları evlerden yatak getirmeleri şartıyla belediyelere ve kimi resmi kurumlara yerleştirilir.

Hastaların yattıkları yerlerin güneş ışınlarından uzak olması gerekir.

Moskova’da yaşayan Nazım Hikmet'in “Gazete Fotoğrafları Üstüne” başlığı altında yazdığı altı şiirin birincisinin adı Kara Yara'dır. Şiirinde “Kara Yaraya tutulası Müsteşar, ‘endişeye mahal yok’ demiş” diyerek Musa Anter’e destek çıkar.

***

Bu sıralarda iktidarı ve muhalefeti birleştirebilecek birtakım olaylar Irak’ta vuku bulmuştur. Önceki yıl Irak’ta General Abdülkerim Kasım, Kral Faysal’a karşı darbe yapmış, Mele Mustafa Barzani, bizzat Abdülkerim Kasım’ın daveti üzerine 11 yıl kaldığı Sovyetler Birliği’nden Mısır üzerinden Irak’a geri dönmüştür.

Bu olaylar Dicle Talebe Yurdu’nda kalan Kürt öğrencilerini etkiler, ulusal duyarlılığı arttırır.

İktidarının birinci yılında Abdülkerim Kasım’a karşı darbeye girişiminde bulunulur. Kasım sükûneti sağlamak için Barzani’den yardım ister. Barzani ise henüz toparlanmaktadır. Olayların yatışması için müdahalede bulunur. Kerkük’te Arapların çıkardığı karmaşa sonucu aralarında Türkmenlerin de olduğu kayıplar yaşanmıştır. Olay Türkiye’de, “Türkmen kardeşlerimiz öldürülüyor” biçiminde yansıtılarak, Kürtlere mal edilir.

Mecliste asker kökenli CHP Milletvekili Asım Eren, Meclis Başkanlığı'na sunduğu önergede, “Abdülkerim Kasım’ın müttefiki Kürtler eliyle Türkmen kardeşlerimiz öldürüldü. Hükümet olarak misliyle mukabelede bulunacak mısınız?” diye sorarak, hükümeti, Türkiye Kürtlerine yönelik misliyle mukabeleye davet etmektedir.

Üniversiteli Kürt öğrenciler Asım Eren’i protesto eden telgraf metnini etkili ve yetkili mercilere gönderme eyleminde bulunurlar.

Diyarbakır’da yayınlanan İleri Yurt gazetesinin 31 Ağustos 1959 sayısında Musa Anter’in ‘Amma Ne İleri Yurt’ adlı hiciv sütununda boy gösteren ‘Qimil’ (Kımıl) adlı metaforik Kürtçe şiiri Türk hükümetini ve tüm yetkilileri rahatsız eder.

Bu olaylardan sonra Milli Emniyet Hizmeti (MEH) tarafından ‘Kürt Raporu’ hazırlanması istenir. Raporda, bin ila 2 bin 500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi önerilmektedir. Celal Bayar ‘bin kişiyi sallandıralım’ der. ‘Sallandırma’ işine prensip olarak karşı çıkmayan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun uyarısı ile 50 kişilik bir idam listesi ile yetinmeye karar verir. 17 Aralık 1959’da başta Musa Anter olmak üzere, Kürt aydınları derdest edilir. Tutuklama müzekkeresinde isim olmamasına rağmen MEH kimi önermişse, 50 kişilik listeye onun adı yazılmıştır.

Selimiye Cezaevi’nde kalan tutuklulardan biri mide kanamasından hayatını kaybedince, tutuklu sayısı 49’a düşer. Aradan yıllar geçse de “49’lar Olayı” tarihsel önemi nedeniyle anılır.

***

Epidemi uzmanı Türk ve yabancı doktorlar hastalığı Porphyria Cutanea Tarda diye adlandırırlar. Daha sonraları Porphyria Cutanea Turcica adıyla raporlara geçer hastalığın adı. Yani dünyada sadece Türkiye’nin sağlık sicilinde kayıtlıdır bu hastalık.

***

61 yıl öncesindeki olayı aklımızda tutalım ve bugüne bakalım: Korona virüsü salgın sürecinde alınan koruma tedbirlerine rağmen Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Şanlıurfa ile Batman illerindeki hastanelerde yer olmadığı ve ölüm haberleri medyada yer alıyor.

(1) https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-53181676

(2) https://www.tigrishaber.com/bes-kentte-yer-bulamayan-korona-hastasi-oldu-64933h.htm

(3) https://www.birgun.net/haber/hdp-den-salgin-doneminde-kurt-dusmanligi-raporu-308436

(4) Hatıralarım, s. 186, Musa Anter, Aram Yayınları,

* Yazar