“Söz konusu olan çocuğundur, ana:
Koru onu, dikil karşılarına,
Biz milyonlarca kişi
Savaşı yener miyiz?
Bunu sen bileceksin.
Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz.
Bir de düşün "Yok!" dediğini:
Düşün ki savaş geçmişin malı
ve barış taşıyor gelecekten.”
Bertolt Brecht
Sadece 1 Eylül’le sınırlı kalamayacak kadar derin bir kelime “barış”. Takvimlerdeki 6-7 Eylül tarihi de tokat gibi çarpıyor insanın yüzüne birkaç gün sonra...
“Dini ve milli reflekslerle” günah keçileri yaratıp, tekçi bir ulus-devlet kurma hevesiyle ülkedeki farklı inanç ve dillere yönelik şiddet ve yok etme girişimleriyle ihlal edilen vatandaşlık hukuku ve bu yaşananların ülkedeki barışa verdiği zararı anlamak ve tekrarlamayı da kapsıyor barış...
Barış, sırf bir savaşsızlık hali değil. Sadece Homeros’un İlyada’sında ya da Aristofanes’in Lysistrata adlı oyununda kadınların barış çağrısıyla da sınırlı tutulamaz.
Barış, çok daha fazlasıdır. Nobel veya UNESCO Barış Ödülleri’nden de fazlası...
Barış, babasını Suriye iç savaşında yitiren, Türkiye’de tıp eğitimi alabilmek için salça fabrikasında geceli gündüzlü çalışırken yaşanan bir sürtüşmeden sonra “milli galeyana” gelen bir akraba topluluğu tarafından geçtiğimiz günlerde Hatay’da katledilen 17 yaşındaki Suriyeli gencin başına gelenlere isyan etmek, acısını haykırmak, “Kimim ben? Ben bir insanım!” demek...
Barış hem kocaman bir evren, hem de hepimizin mikro-kozmoslarının, hassasiyetlerimizin toplamı... Zira, savaşta önce hakikat ölürken, barış için hakikati yeniden diriltmek gerekir.
Eşitsizliklerin taraflarının sürekli yer değiştirdiği, birinin kendisini ötekinden hep biraz daha ayrıcalıklı gördüğü, derin yoksullukların ve yoksunlukların edepsizce kök saldığı, mağdurun eşitlik talebinin sistematik olarak yok sayıldığı, muktedirlerin ise güçlerine güç kattığı çivisi çıkmış bir dünyada savaşın kirinin bulaşmadığı barışçıl yüzeyler neredeyse büyüteçle aranır hale geliyor.
Sıcak çatışmaların yaşanmadığı bir konjonktürde bile toplumsal yapılardaki barış noksanlığı, savaşı farklı suretlerde hep canlı ve diri tutuyor.
Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma fırsatı vermezken, barış için bireyin önce kendisinden başlaması, kendisiyle meşgul olması gerekiyor.
Barış bilinci öyle tutarlı bir farkındalığı gerektiriyor ki, yaşamın her alanında kötülüğe karşı net ve cesur bir duruş sergilenmesi, Pablo Neruda misali “savaşa dair ne varsa, savaşı da alıp gitsin”, “yerine de aşk getirsin, sevgi getirsin, fırsat eşitliği ve adalet getirsin!” denmesi gerekiyor.
Silahları, bombaları, tankları, dronları muharebe alanlarında bırakırsak, toplumsal barışı engelleyen o kadar şey var ki aslında...
Barış, “akademi için de barış” demek.
İstediği üniversiteyi kazanmasına rağmen yurt olanaklarından ve burslardan yararlanamadığı, doğru yerde doğru insanı tanımadığı için köyünden çıkamayan, okul ücretlerine yapılan yüksek zamlar sebebiyle kayıt yenileyemeyen, “müşteri değil öğrenciyiz” pankartları açan öğrencilerin ruhsal savaşlarını hangi dron sonlandırabilir ki?
Akademik ligde her yıl gerileyen üniversitelerin bir yandan da muhalefet odağı olarak görülerek şeytanlaştırıldığı, ruhsatı olmasına rağmen içki verildiği için bir üniversitenin mezunlar derneği lokalinin kapatıldığı, Türkiye’nin en prestijli üniversitelerine yönelik planlı, keyfi müdahalelerle bilimsel üretim şevkinin kırıldığı, eleştirel düşüncenin gözden düşürüldüğü, sürüden ayrılan kara koyunların lanetlendiği bir konjonktürden geçiyoruz.
Öğrenci kulüplerinin tırpanlandığını, gerekçesiz soruşturmalar açılıp liyakatsiz atamalar yapıldığı, başka bir ülkede olsa pamuklara sarılması gereken biliminsanlarının ders vermelerinin engellendiği, “Kabul Etmiyoruz, Vazgeçmiyoruz” diyen Can Candan’ın üç haftadır Boğaziçi Üniversitesi’ne girişinin engellendiği veya Covid-19’a karşı aşı olunmasını salık veren doktorlara av tüfekleri eşliğinde ölüm tehditleri savrulduğu, pozitif bilimlere ve rasyonel düşünceye dair ne varsa şer odağı olarak algılandığı bir ortamda, üniversitelerde akademik barış nasıl mümkün olur?
Barış, “sanatçıyla da barış” demek.
Son aylarda neler yaşamadık ki? Repertuarında Kürtçe şarkı var diye konser salonu verilmeyen dünyaca ünlü soprano Pervin Chakar’dan, 21.yüzyılda Orta Çağ’ı anımsatırcasına giyim tarzı yüzünden “sapkınlıkla” suçlanan Gülşen’e, ahlaksızlığı tetiklediği iddiasıyla konseri iptal edilen Melek Mosso’ya, benzeri bir akıbete uğrayan onca festivale, konsere dek...
Haftalar öncesinden biletini alıp programını yaptığı Nilüfer Müzik Festivali’ne, Aleyna Tilki’nin Çorum’daki festivalde sahne almasına, Zeytinli Rock festivaline ve daha nicesine getirilen yasaklamaların sırf müzik değil bir yaşam tarzı müdahalesi olduğunu, konuşan herkesin etkinliğinin günün birinde iptal edilebileceğini fark eden gencin anlam arayışı ve içsel barışının adım adım yok edilmesini ne önleyebilir?
Bu gencin, “özgürlüklerim artık tehdit altında” diyerek yurtdışında okul, iş ve gelecek hayalleri kurmasını kim alıkoyabilir ki?
Özgürlük herkes için önemlidir, ama bilhassa yeni nesil için yaşamsal... Çünkü bir toplumda özgürlüğün kalitesi, ötekileştirilen herkesin huzur katsayısıyla ölçülüyor.
Barış, “emekçi için de barış” demek.
Çalışan kesimin milli gelirden aldığı pay yüzde 25’e gelirken, sermaye sahiplerinin aldığı payın bir yıl içinde artarak yüzde 54’e ulaştığı, ülkedeki en yoksul yüzde 50’lik dilimin toplam gelirin sadece yüzde 11’inden yararlandığı ancak yüzde 10’luk en zengin diliminin ülkedeki gelirin yarısından fazlasını aldığı bir sistemle karşı karşıyayız.
Kentsel dönüşüm projeleri adı altında insanların mahallelerinden sürüldüğü, emeği ile geçinenlerin barınma haklarından mahrum bırakıldığı, çalışan yoksulluğu diye bir sosyal gerçekliğin yaygınlaştığı bir ortamda, geçim derdi ve ekonomik eşitsizlikler yüzünden toplumsal barış giderek zarar görüyor. Milli gelir artarken, milyonlarca ücretli, ay sonunu bırakın, ay ortasını zor getiriyor.
Benzer şekilde, sekiz ayda 1683 doktor, yurtdışına gitmek için “iyi hal belgesi” alırken, akademisyenden bilim insanına kadar herkes beyin ve kalp göçü için imkanları zorlarken, emekçiler açısından toplumsal barışın ve adaletin azalmasının hepimizi ne kadar eksilttiğini görüyoruz.
Barış, “kadınlar için de barış” demek.
Kadınların dışlandığı politikaların ve kadına yönelik şiddetin normalleştiği coğrafyalarda, toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş savaşlarda, yasları tutulan kayıpların, ağıtlar yakılan kadınların, ardından gözyaşı dökülen kız çocuklarının birer istatistiğe indirgenmemesi ancak toplumsal barışla oluyor. Zira ataerkil sistemi besleyen erillik, toplumsal olarak şekilleniyor ve yeniden üretiliyor.
Ağustos ayında önlenebilir kadın cinayetlerinde –bilebildiğimiz kadarıyla- 29 kadını ya ayrılmak istediği, ya uzaklaştırma kararına rağmen yeterince korunmadığı için kaybettik.
“112’yi aradım, bana müzik dinlettiler” dedi bir ana; koruma kararına rağmen katili 40 gündür yakalanamayan kızının ardından.
Kimisi kalbinden bıçaklandı, kimisi üçüncü kattan “düşerek” öldü, kimisi av tüfeğiyle başından vuruldu. Cesare Pavese’nin “dünya kadar kadın ölüyordu” dediği noktadayız.
Toksik erkeklik, toplumsal barışı yine kalbinden vurmaya devam ediyor. Lale Müldür’ün o meşhur “limon kokulu, yağmurlu, hiç unutmayan, her şeye rağmen yağmur kalan kadınlarının” can güvenliği, toplumsal barışın en büyük halkalarındandı oysa...
Savaş meydanlarının kanlı çukurları, sokak ortalarına, evlerin balkonlarına, iş yerlerine taşınıyor. Bu çukurların içine de, sivil toplumun tüm güçlü çabalarına rağmen kurtarılamayan kadınların örselenmiş bedenleri doluyor.
Barış, “adalet ve insan hakları için de barış” demek.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 70 binden fazla başvurunun yüzde 22’sini Türkiye’ye karşı açılmış davalar oluştururken, geçen yıl Türkiye hakkında verilen 78 kararın 76’sında en az bir ihlal bulunmuşken, bu ihlallerin 31’i ifade özgürlüğüne, 29’u özgürlük ve güvenlik hakkına, 22’si adil yargılanma hakkına ilişkin iken, kısacası insan haklarında ve adalette böylesine ağır bir tablo varken, toplumsal barışı daha etkin bir adalet sistemi ve bağımsız yargı işleyişiyle yeniden güçlendirmek giderek daha büyük bir önem kazanıyor.
Barış, “iki birey arasında da barış” demek.
Her ne kadar yaşamın akışı bize unutturmaya çalışsa da, iki kişi arasındaki en kısa mesafe barıştır aslında. Karşısındakine saygı göstermeye ve onu anlamaya dönük bir uygarlık kültürünün gelişmiş olmasını gerektirir. X, Y, Z, alfa kuşağı olsun fark etmez, kuşaklar arası da barış kurulmalı. Üstencilik, kuru bir siyasi doğruculuk, narsisizm ve karşılıklı körlükler ise, bireysel ilişkilerin verimli gelişmesinin ve insanların arasındaki barış ortamının kurulmasının önündeki en büyük engellerden...
Kendi mahallesi için özgürlük savaşçısı olmayı, karşı mahalle için ise cadı avını uygun gören zihniyetle mücadele etmektir aslolan. İlk bakışta ütopik gelse de, özgürlükleri “lakin”, “fakat”, “ama o da öyle demeseydi”lerin altın kafeslerine hapsetmeksizin...
Barışın önündeki en büyük engel, ama’ların konfor alanına sığınmak, temel özgürlükleri bize benzemeyenlerin hakkı olarak görmemek değil midir?
Barış, “ötekileştirdiklerimizle de barışmak” demek.
Onu, kendi biricikliği içinde kabul edip ötekileştirmemek, barışı kişisel ilişkilerde de bir ilkesel duruşa dönüştürmek demek...
Barış, helalleşme söylemlerini seçim sloganına dönüştürmeden, içten, samimi bir şekilde ötekiyle köprüler kurmayı gerektirir. Ermeni’yle, Rum’la, Kürt’le, Yezidi’yle, Süryani’yle, Laz’la, Çerkez’le, Alevi’yle, Suriyeli sığınmacıyla veya Afgan mülteciyle barışmak, kendini kimseden üstün görmemeyi, her kültürden beslenmeyi, müziğinden gastronomisine, dil zenginliğinden geleneklere dek her türlü toplumsal dokudan bir şeyler öğrenmeyi, toplumsallığını zenginleştirmeyi beraberinde getirir.
Ancak o zaman, Cumhuriyet tarihinde 99 yıldan beri ilk kez Ermeni asıllı bir kaymakamın atanması üzerine, bunu Cumhuriyet’in kurucu değerlerine aykırı bulanların gerekçeleri anlamsızlaşır; ancak o zaman hayatının baharında Balıkesir Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni kazanan Suriyeli bir sığınmacı gencin bıçaklanarak katledilmesi hepimizde aynı insani öfkeyi doğurur, aynı empati damarını tetikler.
Ancak o zaman, yarının Türkiyesi’nde toplumsal barışın zeminini döşeyen siyasal söylem ve strateji, halkın tabanından destek alır. Ancak o zaman Madımak oteli önüne bırakılan karanfiller, Dink’in katledildiği Agos gazetesi binası önünde toplanan kalabalıklar barışın taşıyıcısı olur. Barış, geçmişle hesaplaşmaktır. Barış, acıların ve yaşanmışlıkların dilini ortaklaştırmaktır. Barış, hepimizin hikayesinin ortak olduğunu anımsamaktır.
Sahi nasıl olur da, bu kadim topraklarda yaşayan onca farklı dinsel ve etnik kimlikle helalleşmeden toplumsal barış kurulabilir ki?
Satranç’ta Stefan Zweig ne güzel der: “Birisi barışı başlatmalı, tıpkı savaşı başlattığı gibi.”
Barış hepimize lazım. Ukrayna’ya ve Suriye’ye lazım olduğu kadar, Türkiye’de kadınlara, gençlere, çocuklara, sanatçılara, mahkeme koridorlarına, hastanelere, festival alanlarına, akademisyenlere, yurtlara, hekimlere, üniversitelere, gayrimüslimlere, yaşam tarzından dolayı ayrımcılığa uğrayan herkese ve her mekâna lazım.
Barış ve özgürlük hepimize su gibi, ekmek gibi, oksijen gibi lazım.
Size bir sır vereyim: Barışın maliyeti de savaştan her zaman daha düşüktür.
Dünya Barış Günü’nü kutlamak elbette önemlidir. Ancak geriye kalan diğer 364 günde de –hele ki seçimlere adım adım yaklaştığımız, kutuplaşmanın zirve yapacağı şu günlerde- toplumsal barış için hepimizin neler yaptığı ve yapacağı çok daha kalıcı olacak.