Bitmek bilmeyen erkeklik halleri
Türkiye’nin en önemli ulusal film festivallerinden Adana Altın Koza’da ulusal yarışma filmleri gösterimleri başladı. Festivalde ilk gün daha çok ‘erkek bunalımları’nı anlatan dört film izleyici karşısına çıktı.
Şenay Aydemir sinesenay@gmail.com
Altın Koza’nın ilk gününde izlediğimiz dört film “Mehmet Salih”, “Ağustos Böcekleri ve Karıncalar”, “Bana Git De” ve “Tarla”yı izledikten sonra iki yorumda bulunabiliriz. İlki ve çok yakıcı olanı, bu filmlerden ilk üçünün seçildiği bir ulusal yarışmada Seren Yüce’nin “Rüzgarda Salınan Nilüfer” filminin nasıl olup da yer alamadığı. Bunun sinema estetiği, birikimi ve festival kültürüyle açıklanabilir bir tarafı yok. Festivalin seçicilerinin bu konuda bizlere açıklama yapmak gibi bir gerekleri ve zorunlulukları yok tabii ki. Ama bizimde bu durumu tarihe not düşme zorunluluğumuz var. Biz notu düşelim, tarih nasıl yazarsa yazsın!
İlkini seçici kurulun tercihi deyip bir kenara koysak bile. İkinci tespitimiz çok daha can yakıcı ve yakın bir gelecekte de çözülmeyecek gibi görülüyor. Şöyle ki, memleketin son yirmi yıllık sinemasına musallat olmuş ‘erkek bunalımları’ bir kez daha gözümüzün içine içine sokulup duruyor. Hatta öyle ki artık sinemamızın selameti açısından önlem alınması gereken bir noktaya gelen ‘erkek bunalımı’ temalı filmlerin yaşı 12-13’lere düşmüş durumda. “Mehmet Salih” tam da buna işaret ediyor. Hakkını yemeyelim, genç yönetmen Güven Beklen kimi yerlerde sinema tadı tutturmayı başarıyor ama babasız büyümüş Mehmet Salih’in sorunlarını anlatırken savrulmaktan kendisini alamıyor. Filmdeki bazı yan hikayelerin neden var olduğu sorusu kafamızın içinde yankılanıp dururken, Mehmet Salih’in ‘baba’ hasretinin sahiciliğine inanmakta zorlanıyoruz.
BEYAZPERDEDE TİYATRO
Ama bu zorlanma “Ağustos Böcekleri ve Karıncalar”ı izleyene kadar sürdü. Çünkü iki saate yakın süresi boyunca nereye varmak istediğini bir türlü anlamadığımız bir ‘piyes’ izledik. Finale doğru ‘miras paylaşımı’ hakkında konuşulan ve kara komediye kayan on dakikalık bölümü saymazsak, sürekli kendisini tekrar eden, beyazperdede tiyatro izliyormuşuz duygusundan bir türlü kurtulamadığımız, kameranın mütemadiyen yanlış yerlere konulduğu, renklerin parlaklığından gözlerimizin kamaştığı, belki biraz sadeleşse, belki tam olarak ne olacağına karar verebilse, belki oyuncular doğru yönetilebilse ilk film olduğu için geçer not alma ihtimali olan bir film izledik. Şaka değil, Erdem Akakçe’nin performansını bir tiyatro sahnesinde izleseydik perde indiğinde avuçlarımız kızarana kadar alkışlayabilirdik belki ama sinemada izleyince aynı etkiyi yaratmıyor hiç kuşku yok ki. Ülke sinemasının en can yakıcı sorunun senaryo olduğu gerçeğiyle yeniden karşılaştık maalesef. Ölüm döşeğindeki babasının son dönemdeki bütün yükünü omuzlarında taşımış küçük erkek kardeş, anne öldükten ve baba kendi kabuğuna çekildikten sonra babalık yapmak zorunda bırakılmış büyük abi, 17 yaşında üniversiteden alındıktan sonra evi terk eden ortanca erkeğin yanında kız kardeşin payına düşen de açgözlü bir miras avcılığı oluyor haliyle. Zaten hayat gailesinden, kardeş baskısından bunalmış küçük erkek çözüyor meseleleri yine kendi halince.
'BU ÇOCUK GEÇ KALMIŞ BİRAZ'
Üçüncü filmimiz “Bana Git De”nin daha ilk sahnesinde ‘sanatından başka bir şey düşünmeyen’ bir erkek karakterle karşılaştık yine. Neden olduğunu anlayamadığımız ve anlam veremediğimiz depresyonunun peşinden biz de onun arabasıyla memleketi dolaşmaya başladık. Yolda otostop çeken bir kadını aldığında hikaye belki bir yerlere doğru gider dedik ama pek bir şey olmadı. Arabasına alıp sonra kaybettiği “Leyal’nın peşinden koşturup dururken Ali, bir anda memleketin gerçek müziğinin köklerine doğru bir yolculuğa da başladı. Sene olmuş 2016, son model araba ve cep telefonu kullanan Ali’nin bütün sanat kaygılarına rağmen ülkedeki müziğin kaynaklarından haberi yok. Üstelik kendisi de oralardan geliyor. Arap müziği, Kürt müziği, dengbejler derken epey bir mesafe kat ediyor ama biz Leyal’nın dayısının, bizim de aklımızdan geçen, “evladım sana ne bu kızda anası var, babası var” sorusunun yanıtını alamıyoruz bir türlü. Tabii depresyonun nedenini de. Bu arada, filmde yarım ağız Leyal’nın ‘Arap’ olduğunu öğreniyoruz da, örneğin Kürtler’i, örneğin Alevileri anmıyor film hiç. Türkiye’nin bu ‘renk’lerini de altıncı hissimizle bulmamızı istiyor belli ki filmin yaratıcıları. Ezcümle Ali, yine bizim anlamadığımız bir şekilde depresyonunu aşıp yeni derlediği şarkılarla İstanbul’a dönerken, insan ister istemez “Bu albüm tutmaz, o işler 90’larda yapılıp bitirildi. Bu çocuk geç kalmış biraz” diye düşünüyor.
Beş yıl önce ilk filmi “Eylül” ile festivalde en iyi yönetmen ödülünü alan Cemil Ağacıkoğlu’nun “Tarla”sı ise günün son filmiydi. Filimden mi, salondan mı kaynaklı olduğunu anlayamadığımız bir şekilde koyu bir renk tonu ve sorunlu bir ses düzeni ile izlediğimiz film yine de bir nebze olsun ‘oh be’ dedirttirdi. Birkaç nedenden ötürü. Sinemanın ille de karmaşık bir şey olmayacağını, hatta çoğu zaman ‘basit’ bir iş olduğunu hatırlattığı için. İkinci olarak, kameranın arkasında ne yaptığını, neden yaptığını bilen bir ismin olduğunu gördüğümüz için. Üçüncü olarak da filmi alıp götüren Serkan Ercan, Ilgaz Kocatürk ikilisinin performansı yüzünden. Serkan Ercan’ı zaten biliyoruz ama Yeşim Ustaoğlu’nun ‘Araf’ filmindeki kısacık rolüyle aklımızda kalan Ilgaz Kocatürk oyunculuğunu taçlandırıyor burada. Tabii ki bu da bir erkek filmi. Küçük kasabasını, emekçi ailesini geride bırakıp İstanbul’da iş kurmuş, zengin olmuş ama batmak üzere olan bir işadamının çaresizliğiyle baş başayız. Ama hakkını yemeyeyim Acar ve Kocatürk ikilisinin abi-kardeş ilişkisini deştikleri çok güçlü sahneler var.
Festivalde bugün, yani 22 Eylül Perşembe günü, “Geçmiş”, “Babamın Kanatları”, “Rüya” ve “İftarlık Gazoz” çıkacak seyircinin karşısına. Bu filmlere dair de yarın bir şeyler söyleyeceğiz.