“Yemin krizi”ne ilişkin bu ilk yazım değil. Hemen her “kriz”de
yazdım, ama anlatamadım! Bu alışkanlığın gözden geçirilmesi
gerektiğini, böyle “ikiyüzlü” bir merasimin demokratik bir
cumhuriyete yakışmadığını tekrarladım.
“İkiyüzlülük”ten başlayalım: Yemin metninde yer alan
-vazgeçtik “hukukun üstünlüğüne” ve “demokratik ve
laik cumhuriyete” faslını- “Atatürk ilke ve inkılaplarına
bağlı kalacağını” ifade eden milletvekillerinin kaçta kaçı tek
ayağını kaldırmadan yemin etmektedir? En başta da tabii ki TBMM
Başkanı olmak üzere!
Herkesin sivil hayatında tek başına ya da birlikte bu yeminde
ısrarlı olmasının anlaşılamayacak bir yanı yok. Ancak unutmayalım
ki "Atatürk ilke ve inkılapları"nın yemin metninde yer
alması nispeten yeni bir hadisedir. Metne bu katkıyı yapan da “82
Anayasası"dır. Yeminin bu faslı –haklarını yemeyelim- 61
Anayasası’nı kaleme alınların bile aklına gelmemiştir. 61
Anayasası, 82 Anayasası’nda yer alan "...demokratik ve laik
cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı
kalacağıma..." ifadesi yerine "...demokratik ve laik
cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma" ifadesiyle
yetinmiştir. Doğrusu çok da iyi etmiştir.
Gelelim yemin metninin Leyla Zana’nın milletvekilliğinin
tanınmamasına neden olan faslına: TBMM İç Tüzüğü’nün, iktidar
partisi ve MHP’nin bir araya gelerek kotardığı değişikliklerin
yasama faaliyetini ne derece etkileyeceği ayrı bir sorun. Söz
konusu tüzük de tabii ki değiştirilebilir, yenilenebilir. Bu
değişikliklere ilişkin benim “aferin” dediğim fasıl TBMM
Başkanı ve yardımcılarının artık “frak” giymeyecek
olmalarıdır. Bu kostümün ortaya çıkardığı “gülünç”
sahneleri nihayet geride bırakıyoruz… “Vak Vak Amca”
kılıklı birisinin başkanlık kürsüsünü işgal ediyor olmasının
sonunun gelmesi iyi haber doğrusu… Yanılıyor muyum, siz hiç aklı
başında bir ülkenin millet meclisinin kürsüsünde böyle bir
gülünçlükle karşılaştınız mı?
Buraya kadarki satırlar bir “giriş” mahiyetinde olsun
ve biz gelelim Leyla Zana’nın malum yemini olması gerektiği gibi
yerine getirmediğinden bir iç tüzük değişikliğiyle
milletvekilliğinin “yok hükmünde” sayılması yoluna
sokulmasına:
Biliyorsunuz, Leyla Zana, bu gelişmeleri TBMM
Başkanı’na yazdığı bir mektupta gayet yerinde ifadelerle
eleştiriyor. Söz konusu mektubun tamamı Gazete Duvar’da
yayınlanmış ve dolayısıyla okurlarının bilgisi dahiline girmişse de
ben yine de bu metinden bazı alıntılar yapacağım:
“Yemin metninin siyasal felsefesindeki tekçi, otoriter ve
totaliter ifadeler, metinde geçen ‘egemenliğin millete ait olması’,
‘hukukun üstünlüğü’, ‘demokratik Cumhuriyet’, ‘herkesin insan
hakları ve temel hürriyetleri’ gibi temel değerlerle taban tabana
zıttır. Türkiye toplumun özünü oluşturan çoğulculuğunu, çok
renkliliğini, çok sesliliğini yok sayan, inkar eden, bu anlamda
toplumsal doğanın yasalarını bile inkar eden bir
metindir.(…)”
“Her seçim sonrasında hem seçenlerin, hem de seçilenlerin
önüne çıkan bu darbe ürünü metin, bütün meşruiyetini toplumdan,
seçimden, temsili demokrasiden alan TBMM’nin üstünde darbeci
zihniyetin bir gölgesidir. Bir hayalet misali toplumsal iradenin,
seçilenlerin üzerinde baskı kurmakta; toplumsal iradenin
temsilcileri olarak vekillere daha ilk günden inanmadıkları bir
yemin ettirilerek özsaygılarını yok etmektedir. Geçen 35 yıl
boyunca metnin değiştirilmemiş olması, TBMM’de bile darbe ruhunun
meşru kabul edilebileceğine işaret etmektedir. (…)”
"Tekçilik ifadesi olarak Türk kelimesini Türkiye ile
değiştirmemin nedeni, Yemin metninin çoğulculuğu reddeden
anlayışına, toplumun bize yüklediği siyasi sorumlulukla bir
rettir.”
Bana sorarsanız, son derece yerinde, derdini iyi anlatan,
paylaşılması gerekli bir mektuptur bu.
Milletvekillerinin “Yemin etme” ya da "And
içme"sine ilişkin uygulama '24 tarihli olanından itibaren
anayasalarımızda yer alan bir sözcük. Bu sözcüğün işaret ettiği
fiil 24 Anayasası'nın 16. Maddesi’nin ilk şeklinde "tahlif
olunmak" şeklinde geçiyordu. Takdir edersiniz ki
"içmek" fiilinin, "yemin etmek"in yerine kullanılması
doğrusu pek de uygun düşmüyordu. Tıpkı, tütün mamulleri söz konusu
olduğunda eskinin "tellendirmek" sözcüğünün yerini artık tamamen
"içmek"e terk etmesi gibi.
Ancak unutmayalım ki, 24 Anayasası gibi 61 Anayasası da
milletvekillerine Meclis kürsüsünden 82 Anayasası’nda olduğu gibi
(M.81) "...Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine
and içerim" dedirtmemiştir. 24 ve 61 anayasalarında
milletvekillerin "söz vermesi" yeterli bulunmuştur.
"İçmek" yerine "söz vermek" fiilini geçiren bu
seçim benim açımdan da çok daha yerindedir... (Ayrıca –katılır
mısınız bilmem ama– “içmek” sözcüğünün memleketimizde
“kafayı çekmek” anlamına da geldiğini biliyoruz!)
İsterseniz konudan uzaklaşmadan 24 Anayasası"nın
"yemin"le ilgili 16. Maddesi"nin ilk halinde yer alan
yemin metnini de aktarayım.
“Vatan ve milletin saadet ve selametine ve milletin bilâ
kaydu şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmeyeceğime ve
cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmayacağıma
"Vallahi".
Görüldüğü gibi, maddenin eski halindeki "Vallahi",
giderek "sekülerleşen" anayasa dilinde yerini "namusum
üzerine"ye terk etmiştir.
Evet, "yemin"i siyasal alana taşıdığınızda karşılaşılan
ilk soru şudur: “Ne üzerine yemin edilecek?” Bu konu önemli, çünkü
özellikle bizim gibi anayasaları yap-boza dönen ülkelerde üzerine
yemin edilen "şey" olduğu yerde durmuyor, devamlı
değişiyor. Nitekim elimizdeki 7 yemin metni karşılaştırıldığında,
hepsinde ortak olan tek sözcük "namus"tur. Bu sözcüğü
"şeref" (4 defa) ve "mukaddesat" (3 defa)
izlemektedir.
Bu meselenin bütününe ilişkin ne düşündüğümü de açıklayayım:
"Yemin"i siyasal hayatın dışına çıkarmak en doğru
yoldur. Siyasal hayatın kurucusu, arkasında mutlaka bir tür moral
olan "yemin" değil de "sözleşme" ise (ki öyledir)
milletvekillerine and içirmekten vazgeçmek gerekiyor.
"Yemin" tabii ki özel hayatımızda var olmaya devam
edecektir. Aslında devam etmese daha iyi olur ama edecektir.
Sabahtan akşama karşısındakini inandırmak için içilen yeminlerin
bolluğunu hatırlayın. Çocuk annesine, manav müşterisine, çırak
ustasına, koca karısına (...) söylediklerinin doğruluğu üzerine
yemin etmiyor mu? İsteyenler ansiklopediyi açarak "Eski
Rejim" döneminde "yemin" konusunda ne derece
şaşırtıcı bir sınıflamaya gidildiğini görebilir. Bu sınıflamada yer
alan yemin çeşitleri içinde verdiği örnekten dolayı -bir zamanlar-
benim ilgimi en çok "Yemini mürsel" çekmişti. "Yemini
mürsel" yani "zaman belirtilmeden edilen yemin";
"Vallahi sigarayı bırakacağım" gibi mesela...
Neyse biz dönelim tekrar kamusal hayata ilişkin yeminlere:
Bu çerçevede Kanun-i Esasi'den 82 tarihlisine kadar
anayasalarımızı gözden geçirdiğimizde milletvekili yeminlerinin
değişiklik geçirdiğini görüyoruz.
Mesela bugünkü metinde adı geçen "Türk" sözcüğü.
"Türk" sözcüğünün yemin metninde yer alması -sanılanın
aksine- çok yeni bir hadisedir. Bu sözcük "82
Anayasası"nın bir katkısıdır.
1924 ve 1961 Anayasaları "Türk milleti" yerine
"millet" demekle yetinmiştir.
Bu metinlerde karşılaştığımız önemli bir husus da şudur: 82
Anayasası hariç bütün anayasalarda milletin ya da halkın
"mutluluğu" için çalışılacağından söz edilmektedir.
(Soru: 82 Anayasası bu sözcüğe niçin yer
vermemiştir?!)
Demek ki, yapılması gereken, Batı ülkelerinde olduğu gibi
"yemin"i sadece cumhurbaşkanları için öngörmemiz en
yerinde seçimdir. Bu çerçevede -yine bazı ülkelerde olduğu gibi-
cumhurbaşkanlarının canları neyi çekiyorsa onun üzerine yemin
edebilmelerinin yolu da açılmalıdır.
Bitirirken,epeyce geride kalmış bir yazımda aktardığım gibi,
Altan Tan’ın “yemin”e ilişkin şu nefis sözlerini
bir kere daha hatırlatmak isterim: "Yeminle benim sorunum var.
Yani Kemalizm’e bağlılık yemini olan bu yemin, itikaden yanlış,
İslam hukukuna göre yanlış. Bir anayasal zorunluluk olursa yemin
edersem edeceğim, bunun ötesinde de Allah'tan özür talep
edeceğim."
Görüyorsunuz ki Leyla Zana, bu gerçekten önemli sorunu
“Allah’tan özür talep etmeye” de bırakmıyor.
Zana’nın yakın tarihte Baykal’ın “olmadı”
uyarısıyla kabul görmeyen yemininde “Türk milleti” yerine
“Türkiye milleti” ifadesini kullanmış olması son derece
yerindedir. Düşünmekten insana zarar gelmez; Zana’nın tercihinin de
kabul edilip edilmeyeceğini düşünmek gerekir. Kimse korkmasın
–özellikle de Necip Fazıl’la yatıp kalkan TBMM Başkanı-
“Türkiye milleti” demekle “Türkler”in başına bir
şey gelmez… Sakin sakin, heyecanlanmadın, hiddetlenmeden… Sonuç
olarak konumuz “anayasa hukuku”, yani iyi, verimli,
insanları ve toplumları daha iyiye doğru geliştiren bir alan… Bakın
on yılların “fraklar”ı bile gitti ama ortaya korkulacak
bir şey çıkmadı!