… ve fakat hayat da devam ediyor beri taraftan. Bir yere toslayınca ayılırız ki, başımızdan kanlar akıyor.
“Suriye krizinden çıkarılacak bir ders varsa,” diye yazdı Soli Özel geçen gün, “sanırım o da Türkiye’nin kapasitesinin, arzu ettiği ölçüde özerk bir dış politika izlemeye yetmeyeceğidir.” Bu, tasviri itiraf muamelesi gören hakikatin nazikçe ifadesiydi: Kafa tutabileceğiniz hasımlar, kıyak çekerek peşinize takabileceğiniz müstakbel hempalar bellidir ve bunlar, meydan okurken yeryüzünün bütün mangallarını külsüz bıraktığınız, yüzünüze güldüklerinde dönüp içerideki muhaliflere nispet yaptığınız o mâlûm ağır sıkletler değildir.
“Ortadoğu bölgesinde coğrafyasının verdiği avantaja rağmen,” diye devam ediyordu Soli Özel, “istediklerini yapmakta, hedeflerine ulaşmakta [Türkiye’nin] ne kadar zorlandığı ortada.” Deyr ez-Zor kırsalında silahlı kadınların önünde tek sıra diz çökmüş perişan DAİŞ’lilerin ibret verici fotoğrafları insanın gözünün önüne geliyor. “O iş bende” şuursuzluğuyla akıl almaz taahhütlerin altına girildiği İdlib’in, TSK’nın on iki yerden tarassutu altında Heyet Tahrir el-Şam’ın eline geçişini hatırlıyorsunuz.
Soli Özel, esas olarak Batı ittifakının çatlamasını ele aldığı yazısında, çatırdamanın yaratacağı sarsıntının kaçınılmaz olarak Türkiye’yi de sallayacağına işaret ediyor, “Batı değerlerine en bağlı olduğunu söyleyenlerin bile en azından ABD’den pek hoşlanmadığı bir ülke”de “stratejik Batılılık tercihinin” sürdürülüp sürdürülemeyeceği meselesini hatırlatıyordu. Bunun bize hatırlatılması değil önem taşıyan. Şu: Türkiye’yi yönetenlerin yeniden sarsılıp kurulacak dünya dengeleri içerisinde gözlerine kestirdikleri mâkûl bir hedef, ülke için öngördükleri mâkûl bir konum var mıdır? Türk’ün cihan hakimiyeti mefkûresi, İslâm âlemi liderliği ve Yeni Osmanlı İmparatorluğu projesi gibi, ilki dünyanın tamamına, ikincisi çeşitli kıtalara yayılmış büyükçe kısmına, üçüncüsü de en azından Ortadoğu ve Mağrip’i -ve belki Avrupa’dan bir parçayı? ha? Viyana falan? neden olmasın?- kapsayan geniş bir bölgeye hakim olmayı gerektiren hamasî ve hayalî “proje”lerin izan sahibi kimseye sahici hedef diye sunulamayacağı ortada. Bu hedeflerden birinin -çoğu zaman ikisinin- peşine takılmış görünen ahali, bu hedeflerin peşine takılmış görünmenin zevkini sefasını bir müddet sürdükten sonra soluğu tanzim satış kuyruğunda alınca, eminim, bu palavraları insanların zihnine zerk edenlerden çok daha gerçekçi düşünebiliyordur. Söylemez, başka.
Şöyle devam ediyordu Soli, bir yanda NATO ve F-35’lerin, öbür yanda “ABD ile ipleri koparacak” S-400’lerin durduğu, yarattıkları gerilim artarsa ağır bedellerin ödenmesi gerekeceği, absürd sahne düzenine işaret ederek: “Ekonomisi hasarlı, Batı pazarlarına ve sermayesine muhtaç bir Türkiye’nin, üyesi olduğu Batı ittifakı yapısal bir dönüşüm kavşağına gelmişken kendi yönü ve ittifakları hakkında daha ciddi düşünmesinde, yapıcı pozisyon almasında herhalde yarar vardır.” Sizce de öyle değil mi? Yarar yok mu? Soruyu şu anda önemsemiyorsanız seçimden sonra önemseyeceksiniz, kesin. Bakkala gittiğinizde.
Soli kibar bir insan olduğu için, “yönü hakkında daha ciddî düşünmek”ten sözediyor. Bendeniz izninizle, sapıtmaktan sözetmek isterim. Ekonomik kriz haberlerinde ve tartışmalarında Ankara’nın Suriye politikasının yol açtığı muazzam masraftan ve bunun ekonomi üzerindeki yıkıcı tesirinden niçin kıymeti harbiyesinin yüzde biri kadar sözedilmediğini sorarak da başlarım. Tanzim satış kuyruklarına gelip dayandıysak, bunda sahiden de “bir mermi kaç para!” mevzusunun mühim rol oynadığını niye bir türlü sorun etmiyoruz?
Etmiyoruz. Çünkü biz bir rüya âleminde yaşamak istiyoruz ve bunun rüya olduğunu bilmemiz bizim uyanıp kendimize çeki düzen vermemizi sağlamıyor. Çünkü… çünkü… başka malzememiz yook! Biz gerçekleştirilmesinde bizzat rol oynamayacağımız, gerçekleştirilmese de olur, tekrarlansın yeter hayallerin insanıyız! Orada şuna da hükmedebiliyoruz buna da.
KAN KIRMIZISI NİLÜFER YAPRAKLARI VE ABDÜLHAMİD HAN
Soli’den aktaracağım sözleri şöyle tamamlayayım: “Rusya ile iyi ilişkileri sürdürmek ve dış politikada özerk alan açmak gibi doğru hedeflerle, Moskova’nın iradesine tâbi kalmak arasında çok ciddi bir fark bulunduğu muhakkaktır. İkincisi tarihsel olarak da stratejik olarak da pek de şayan-ı tercih değildir.”
Şunu hepimiz birlikte yaşadık: TSK, Rusya uçağını düşürdü. Birisine bundan daha sert tavır koymanız herhalde ancak gidip topraklarını bombalamakla falan olurdu. Uçağı düşürmek yetmedi, üstelik, paraşütle atlayan pilotu havada vurarak birkaç mahalle kahvesine iki senelik geyik malzemesi ürettiniz. Sonra ne oldu? Putin’le el sıkışmak, karşılıklı espriler yapıp gülüşmek, hafta başı telefonla görüşmek, bir nevi dünya liderliği ispatı yerine geçmeye başladı. Mühür onun elindeyken!
Memleketteki bilumum kötülüklerin anası, babası, örgütleyicisi, tetikçisi “Amerika”, kendisine karşı iktidar destekçilerinden çok daha geniş bir nüfus çoğunluğunun birleştiği esas kötü adam kimliğiyle, birörnek çıkan iktidar propaganda aygıtı ceridelerinin başlıca esin ve besin kaynağıydı. O lanet olasıca “üst akıl”, Gezi’yi tertiplemiş, PKK’ye silah vermiş, 15 Temmuz darbe girişimini örgütlemiş, Fethullah’ı barındırmaktan, “güçlenen Türkiye”nin, değil ayağına çelme takmak, bacaklarını kırmaya, elinden geleni ardına koymamıştı. Ve fakat, şu işe bakınız ki, Trump’tan gelen iki telefon, Beyaz Ev’de iki kare fotoğraf, müstakbel İslâm âlemi liderliğini, cihana hakim olacak budunun kağanlarını atamanlarını gurura boğuyor, herkesin birbirine sarılıp saniyede üç kez kafa tokuşturduğu sevgi yumakları meydana geliyor, tam meydana gelirken tokuşturmanın şiddetiyle üç yana açılıp kıpkırmızı nilüferlere dönüşüyorlardı. Allah tarafından, gökyüzündeki yıldızlar yanyana sıralanarak, Türk Yıldızları gösterisine taş çıkartır şekilde, sonsuz siyah boşluğa “aramızdan su sızmaz” yazıyor, bu esnada yeryüzünde al kanlar oluk oluk akıyordu. Yok, henüz akmıyordu. Akacaktı yani. Hakim olununca. Cihana. O vakit yıldızların aksi kan birikintisi üzerinde yansıyacak, tepedeki köşkünden bu müstesna manzarayı seyreden Abdülhamid Han, sessizliği bozmamak için merakla bekleşen silah arkadaşlarına, “Yarın sabah Moskova’ya, öğleden sonra da Washington’a gidiyorum,” diyecekti. “İkisini de alıp geleceğim!”
Rusya’yla Amerika düşmanımız mıydı, bunlara boyun eğdirme peşinde miydik yoksa bizi öptüklerinde sevinçten deliye mi dönüyorduk?
Şizofrenik varoluşumuzu ispat için, eğer gündelik yaşantımızdan seçilecek rastgele iki-üç örnek bu işi yeterli dozda yapamayacaksa, ABD ve Rusya ile ilgili hissiyatımız, tavırlarımız mükemmel inceleme nesneleridir. Ve bunlar günümüzde “Türkiye’nin Suriye politikası” gibi isimlerle anılmaktadır.
Nihayet, Batı ittifakının yakın geleceğine dair sorunları öngören ve müstakbel çatırtı patırtıdan Türkiye’nin payına düşeceği kestirip uyarı mahiyetinde satırlar kaleme alan dostum Soli Özel’e itirazımı dile getireceğim: Soli, ekonomisiyle, dış politikasıyla, stratejisiyle, teknolojisiyle, toplumsal hayatının çeşitli yönleriyle, kültürü sanatıyla ülkenin geleceğine yön verecek bir yönetici topluluğunu varsayıyor, öyle düşünüyor. Oysa şu anda Türkiye’nin iyice merkezîleşmiş yönetici iradesi için, bütün tantanaya rağmen Suriye’de ne olacağı da, Batı ittifakının parçalanıp parçalanmayacağı da, Rusya’nın güdümüne fazlaca girilip girilmediği de ikincil sorunlardır. Hattâ hattâ, YPG de, Kürtler de, yeri gelirse hâlihazırda dünyanın en büyük meselesi ilan edilmiş HDP de derhal ikincil, üçüncül sorunlar haline gelebilirler.
PROPAGANDA ARAÇLARI
Hattâ bunlara, ikincil mikincil de olsalar “sorun” demek bile doğru olmayabilir, bizi yöneten iradenin gözünden bakmaya çalışıyorsak. Bunlar araçlardır. Politika araçları olmaktan da çok, propaganda araçlarıdır. İktidar katında, iktidarı sürdürmeye yetecek çoğunluğun rıza -bu da ille şart değil- ve desteğini almak dışında önem taşıyan somut amaç yok, zira iktidarı sürdürmek dışında ekonomik, siyasî, toplumsal, stratejik hedef yok.
İnanılması güç ama dış politika hedefi de bu. Ama orası dış? Hayır! Dış mış yok! Her şey yalnız içeride iktidarın nasıl sürdürüleceğine göre şekilleniyor.
Böyle davrandığınızda sadece ülkeyi zora sokmakla, başına belalar açmakla, istikbalini ipotek altına koymakla vs. kalmazsınız. Sizin her ne yapıyorsanız-yapmıyorsanız yalnız ve yalnız iktidarınızı sürdürmek için yaptığınız-yapmadığınız dışarıdan berrak şekilde görülür. Çeşitli “dış güçler” -bakın, burayı sevdiniz, eminim!- size, iktidarınızı sürdürmeye yarayacak alternatifler sunmaya başlarlar. Çünkü başta kalmanızı isterler. Sundukları, onların devletlerinin çıkarına, sizin de iktidarı sürdürme politikanızın yararına olur. Tabiî genellikle ülkenizin yararına olmazlar. Fakat o esnada ülkenizin, daha yakın zamanda Afrin harekâtını Çanakkale Savaşı’yla bir tutmaları öğretilmiş insanları, yeni zaferlerin sarhoşluğunu henüz zafer kazanılmamışken yaşamaya koyulmuşlardır.
O sarhoşlukta kimse, müthiş zaferin kendisine karşı kazanıldığı düşmanın uçağının ve tankının bulunmadığını hatırlamaz. Daha mühimi, o harekâtın birilerinin izniyle yapılmış olmasından sözedip de keyifleri kaçıracak kimse çıkmaz. Çıkarsa haindir, linç edilir.
Düşmanın olmayan tankını, uçağını es geçelim de “izin” meselesini geçemiyoruz. Çünkü bundan sonra böyle. İsterseniz şimdi başa dönüp “kapasitenizin arzu ettiğiniz kadar özerk dış politika izlemeye yetmemesi” olgusunu hatırlayalım.
Köşeyazarınızın vazifesi şüphesiz okurlara bunu izah etmekti. Fakat gerçekte “arzu ettiğimiz” herhangi bir somut eylem var mı, bilemiyoruz. Arzu ettiğimizi yapabileceğimiz kapasiteye sahip olduğumuzu söylemeye, buna geçici de olsa inanmaya, “yalan da olsa” esrikliği yaşamaya ihtiyacımız, niyetimiz var; bunu biliyoruz. Bir kararlılığımız varsa bu alanda. Bu ıslak bir alan. Sarhoş sarhoş dolaşılıyor üstünde. Ve kendini evrenin ekseni kılmış bir iktidarın üzerine bastığı zemin oluşturuluyor.