Saltıkov Şçedrin, Rus Çarlığı’nın en baskıcı, şiddetinin en yoğun olduğu zamanlarda yazdığı Büyüklere Masallar kitabında yoğun sansür nedeniyle zamanın Rusya'sındaki insan hallerini hayvanlar üzerinden gözler önüne serer. Yaşanan kötülükleri, bu kötülüklere insanların gösterdiği umursamazlıklarını eğretilemelerle dile getirdiği eserinde bir küçük kayabalığının hikâyesini anlatır. Engin denizin özlemiyle kovuğunun ucunda seyreder olup bitenleri kayabalığı. Bir parça yem için başını çıkarır zaman zaman, ancak bir türlü cesaret edip terk etmez kovuğunu, korkar, çok korkar. Tehlike diye addettikleri özlemine galebe çalar. Böyle böyle oracıkta o küçücük kovukta özlemleri solar, hayatı sona erer. Yaşadığı da bir hayat değildir, olsa olsa bir hayat müsveddesidir. Kendini güven içinde hissettiği ya da güvende sandığı kovuğu cehennemidir aslında. Kayabalığının gerçeği, çoğumuzun gerçeğidir sanırım ve cennet sandığımız çoğu kere cehennemimizdir. Bizi insan olmaya yaklaştıracak, ruhumuzu gönendirecek susturduğumuz, susturulmasına izin verdiğimiz özlemlere, oluş hallerine karşılık, koflukları albenili paketlerle gizlenmiş arzu nesneleriyle oyalanıp durmak, onlarla yetinmek. Böyle böyle bir tür çamurda debelenip durmaya dönüştürülmüş olur yaşamak denilen şey. Çamurun içinde de nemize gerek artık, ancak özgürlük ve geniş olanaklar içinde işimize yarayacak nefes almak demek olan hak gibi nesneler. Gerçekler, doğrular susturuluyormuş, kaplıyormuş her yanı boş sözler, aman ne gam yaşayıp gidiyoruz işte! Bizleri ‘yükselten’ yalanın hoş meyhorluğu dururken gerçeğin açığa çıkardığı karanlıkla niye yüz yüze gelip allak bullak olalım ki, ruhumuz bilensin ki?
Tamam eyvallah, allak bullak olmayalım, pörsümüş bir ruhla yola revan olalım! Bırakalım nefesimiz kesik kesik olsun o zaman, hatta nefesimiz kesilsin! Bu mudur gerçekten istediğimiz? Biz değil miyiz nefesimize can hıraş çığlıkla kavuşan? Nefes almayı becerebilmenin sarsıntısını bütün hücrelerimizde yaşayan? Bu kadar kolay mı bu gerçekten sarfınazar eylemek? Nefesimizi birilerinin insafına terk etmek? Suç ortaklığımızla yarattıkları kovuklardaki ‘zehirlenmiş’ havayla nefeslenmek bir olma imkânına sırtını dönmek değil midir? Oysa derin bir nefesin kat ettiği zaman aralığıdır maruz bırakıldığımız dünyayla olma imkânına kapı aralayacak adım arasındaki uzaklık. Ve bunun bize öğrettiği, ne kadar derin nefesler alabiliyorsak olma imkânının o nispette kendini idrak edeceği gerçeğidir. İşte küçük kayabalığımızın ve dahi çoğumuzun trajedisi budur: Bir kez derin bir nefes alabilseydi kayabalığı, bir yapabilseydi bunu, engin denizler bir seyirlik dünya haline gelmez, özlemi olmaktan çıkar gerçeği olurdu.
Seyreylemek görünenlere, görünümlere kapılıp gitmek, varolanların suretlerine vakıf olmaktan vazgeçmek, zorunluluklardan kaçmak demektir oysa. Çünkü görünen varolanla bağını koparmıştır seyirlik hâkim olduğunda. Ve seyirlik olana teslim olduğumuz her durumda suret denilen“geride görünmez biçimde bırakılan şeyi” (1) terk ediyoruz bir anlamda. O ‘şey’ ki olma imkânımızın olmazsa olmazıdır, canlısıyla cansızıyla, hayvanı, bitkisi taşıyla bir arada varolabildiği bir halin denek taşıdır, kılavuzudur. Seyirci olduğumuz, seyretmeye koşullandığımız her durumda, gerçeğe ve hassası olan zorunlulukla eylemek durumunda olduğumuza ve yaşamak denilen şeyin tam da bu olduğuna bir paçavrayla elle sallıyoruz demektir. Velev ki elimize tutuşturduğumuz o paçavra özel tezgâhlarda dokunmuş nadide ipek kumaştan olsun!
Büyüklü küçüklü mahfillerin, durmaksızın engin denizlerin tehlikelerini, engin denizlere özlemimizi hayata geçirme gafletine düşersek başımıza gelecekleri sineye çekmemiz gerektiğini bangır bangır bağırdığı, orgazm olur gibi ibret olsun diye gaflete düşenlerin hallerini önümüze sürdüğü bir ortamda aptallıkla alçaklık arasında seçim yapmamız isteniyor. Ve maalesef ki bu seçenekler karşılıksız kalmıyor. Çığlıkla kazandığımız nefese ihanet etmekle malulüz çoğumuz. Adeta bir ‘yükselme’ymiş, ‘yücelme’ymiş gibi yaşanan derin bir çöküş hali. Sağaltılması, onarılması on yılları, belki de yüzyılları alacak bir hal. Ama Allah'tan aptallığı da alçaklığı da reddeden, küçüklü büyüklü uğraşlarıyla gübreden çiçek yetiştirmeye çalışanlar var, boğazlarına çökmüş mahfillere karşın nefeslerini teslim etmeyenler var. Nefes almanın kadir ve kıymetini bilip varolanın suretlerini yakalamaktan geri durmayanlar, gücü nispetince buna gayret edenler var. Onlar ki her ne hal içindeysek bu halin yaşanması gerektiğini şiddetin her türüyle dayatanlara karşılık hayatın ‘uyumsuzları’ olmaya devam ediyorlar. Aşağılık düşüncelere yenik düşmemeye, alçaklığın tarihinin piyonları olmamaya gayret eden ‘uyumsuzlar’ olarak. Belki de zaten dünya geçmişte olduğu gibi şimdi de onlar gibilerin yüzü suyu hürmetine dönüyordur. Ve bitirirken kayabalığının trajedisini ve engin denizlerin gerçeğini bize anlatan Şçedrin’e bırakalım sözü:
“Hayatta birinci derecede rol oynayan şey iyiliktir… Kötülük ise yanlışlıkla karışmıştır hayata. Hayat gücü, her zaman için iyiliğin içinde bulunur. Zaten hayatın iyilik gibi güven verici bir yanı olmasaydı, tarih de olmazdı. Hem hiç düşündün mü şu tarih denilen şeyin özü nedir? Tarih, özgürlüğün öyküsüdür; iyilikle mantığın, kötülükle kafasızlığa karşı kazandığı zaferin öyküsüdür” (2).
(1) John Berger (2017) Sanatla Direniş. İstanbul: Metis, s.21.
(2) Saltıkov Şçedrin (1997) Büyüklere Masallar. İstanbul: Öteki Yayınevi, s.112.