Biz mülteciler
Ülkeden ülkeye sürülen mülteciler, halklarının öncüleridirler, eğer kimliklerini korurlarsa... Avrupa halklarının nezaketi ve medeniyeti, en zayıf üyelerinin dışlanmasına ve zulme uğramasına izin verdikleri zaman, ve de bu yüzden, paramparça olmuştur.
Hannah Arendt
İlk olarak, “mülteci” olarak adlandırılmaktan hoşlanmıyoruz. Biz birbirimize “yeni gelenler” ya da “göçmenler” olarak hitap ediyoruz. Gazetelerimiz “Almanca konuşan Amerikalılar” için basılıyor ve bildiğim kadarıyla Hitler’in zulmüne uğramış insanlar tarafından kurulmuş ve isminden üyelerinin mülteci olduğu anlaşılan bir kulüp yok ve hiçbir zaman da kurulmamış.
Mülteci dediğimiz kişi, gerçekleştirdiği bir eylem ya da sahip olduğu politik bir düşünce nedeniyle ilticaya yönelmiştir. Bizim de iltica talebinde bulunmak zorunda kaldığımız doğru; ancak biz bir eylemde bulunmadık ve çoğumuz hiçbir zaman radikal bir düşünce sahibi olmayı hayal etmedi. Bizimle birlikte “mülteci” teriminin anlamı değişti. Şimdi “mülteci”, sebepsiz yere yeni bir ülkeye gelmek ve Mülteci Komiteleri’nden yardım almak zorunda kalacak kadar şanssız olan bizim gibileri tanımlıyor.
Bu savaş çıkmadan önce mülteci olarak adlandırılmak konusunda daha da hassastık. Diğer insanlara herhangi bir göçmenden farkımız olmadığını kanıtlamak için elimizden geleni yaptık. Kendi özgür irademizle, kendi seçtiğimiz ülkelere gittiğimizi beyan ettik ve durumumuzun “sözüm ona Yahudi problemleri” ile herhangi bir ilgisi olmadığını söyledik. Evet, bizler günün birinde artık kalmak uygun gelmediği ya da salt ekonomik nedenlerden ötürü ülkelerini terk eden “göçmenler” ya da “yeni gelenler” idik. Yaşamlarımızı yeniden kurmak istiyorduk, hepsi buydu. Yaşamını yeniden kurabilmesi için kişinin güçlü ve iyimser olması gerekir. Dolayısıyla biz çok iyimseriz.
Her ne kadar kendimiz desek de, gerçeği söylemek gerekirse bizim iyimserliğimiz takdire şayandır. Mücadelemizin hikayesi sonunda bilinir oldu. Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu. Akrabalarımızı Polonya gettolarında bıraktık ve en iyi arkadaşlarımız toplama kamplarında öldürüldü, ve bu özel yaşamlarımızın parçalanması anlamına geliyor.
Bütün bunlara rağmen kurtarıldığımız anda –ve çoğumuzun birkaç defa kurtarılması gerekmişti– yeni yaşamlarımıza başladık ve kurtarıcılarımızın bize verdikleri bütün öğütleri harfiyen uygulamaya çalıştık. Bize unutmamız söylenmişti; biz de hiç kimsenin düşünemeyeceği kadar hızlı bir şekilde unuttuk. Arkadaşça bir şekilde yeni ülkenin yeni bir yuva olacağı hatırlatılmıştı; böylece Fransa’daki dört haftadan ya da Amerika’daki altı haftadan sonra Fransız ya da Amerikalı gibi davranmaya başladık. Hatta aramızda daha iyimser olanlar, önceki yaşamlarının bilinçdışı bir sürgün gibi geçmiş olduğunu ve ancak şimdi yeni ülkelerinde bir yuvanın gerçekten nasıl bir şey olduğunu anladıklarını eklediler. Eski işimizi unutmamız söylendiğinde bazen itiraz ettiğimiz doğrudur ve sosyal standartlarımız söz konusuysa eski fikirlerimizi fırlatıp atmak zordur. Dil konusunda ise zorluk yaşamadık: Tek bir yıldan sonra iyimserler İngilizceyi anadilleri kadar iyi konuştuklarına ikna oldular; ikinci yıldan sonraysa ağırbaşlı bir şekilde İngilizceyi diğer dillerden daha iyi konuştuklarına dair yemin ettiler. Almancaları zorlukla hatırladıkları bir dildi.
Daha etkili bir şekilde unutabilmek için neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde deneyimlemiş olduğumuz toplama ya da temerküz kamplarına yapılan göndermelerin önüne geçtik. Bu kötümserlik ya da yeni anavatana duyulan inanç eksikliği olarak yorumlanabilir. Ayrıca defalarca kimsenin bütün bunları dinlemek istemediği söylendi bizlere: Cehennem artık dini bir inanç ya da fantezi değil; evler, taşlar ve ağaçlar kadar gerçek bir şey. Belli ki kimse içinde yaşadığımız zamanın yeni bir insan türü yaratmış olduğunu bilmek istemiyor: Düşmanları tarafından toplama kamplarına ve arkadaşları tarafından temerküz kamplarına konulanlar.
Kendi aramızda bile bu geçmiş hakkında konuşmuyoruz. Bunun yerine belirsiz bir gelecekle başa çıkmak için kendi yolumuzu bulduk. Herkes nasıl plan yapıyor, arzuluyor ve umut ediyorsa, biz de öyle yapıyoruz. Ancak bu genel insani tavırlardan farklı olarak geleceği daha bilimsel bir biçimde düzene koymaya çalışıyoruz. Bu kadar kötü şans sonrasında kesin bir gidişat istiyoruz. Bu yüzden dünyayı bütün belirsizlikleriyle arkamızda bırakıp, yüzümüzü göğe dönüyoruz. Hitler’in ne zaman yenileceğini ve ne zaman Amerikan vatandaşı olacağımızı –gazeteler değil ama– yıldızlar söylüyorlar. Yıldızları bütün arkadaşlarımızdan daha güvenilir akıl hocaları olarak görüyoruz; hayırseverlerimizle ne zaman öğle yemeği yiyeceğimizi ve günlük yaşamlarımıza eşlik eden sayısız anketten birini doldurmak için hangi gün daha şanslı olacağımızı yıldızlara soruyoruz. Bazen yıldızlara da güvenmiyoruz ve elimizdeki çizgilere ya da el yazımızdaki işaretlere bakıyoruz. Böylece, psikanaliz modası geçmiş olsa da, politik olaylar konusunda daha az ama kendimiz hakkında daha çok bilgi sahibi oluyoruz. Yüksek sosyetenin canı sıkılmış beyefendi ve hanımefendilerinin erken çocukluklarının şen kabahatlerine dair tartıştıkları o mutlu zamanlar geride kaldı. Artık hayalet hikayesi istemiyorlar; gerçek deneyimler heyecanlandırıyor onları. Geçmişi büyülendirmenin bir gerekçesi yok artık; gerçekte yeterince büyülü zaten. Böylece, açıksözlü iyimserliğimize rağmen, geleceğin ruhlarını çağırmak için her türlü sihirli numarayı deniyoruz.
Geceleri rüyalarımızda hangi anılar ve hangi düşünceler barınmakta bilemiyorum. Ben de oldukça iyimser olduğumdan, öğrenmek için sormaya cüret etmiyorum. Ancak bazen en azından geceleri ölümümüzü düşündüğümüzü ya da bir zamanlar sevmiş olduğumuz şiirleri hatırladığımızı hayal ediyorum. Hatta sokağa çıkma yasağı sırasında Batı kıyısındaki arkadaşlarımızın nasıl olup da bizim sadece “saygıdeğer yurttaşlar” olmayıp aynı zamanda “düşman yabancılar” olduğumuza dair ilginç fikirlere sahip olduklarını anlayabiliyorum. Gündelik yaşamda tabii ki sadece “teknik olarak” düşman yabancıyız, bütün mülteciler bilir bunu. Ancak karanlık saatlerde teknik sebepler evinizden çıkmanızı engellediğinde, teknik ile gerçeklik arasındaki ilişkiye dair karanlık spekülasyonlar yapmanın önüne geçmek kesinlikle kolay olmuyordu.
Hayır, bizim iyimserliğimizde bir yanlışlık var. Bir sürü iyimser konuşma yapıp eve giden ve gazı açan ya da bir gökdeleni oldukça beklenmedik bir şekilde kullanan tuhaf iyimserler mevcut aramızda. İlan etmiş olduğumuz neşenin temelinde, ölüme tehlikeli biçimde hazır olmamızın yattığını kanıtlamış gibiler. Yaşamın en yüksek iyilik ve ölümün en büyük ümitsizlik olduğuna inançla, ölümden daha beter dehşetlerin tanığı ve kurbanı olduk –yaşamdan daha yüksek bir ideal keşfetme imkanına sahip olamadan. Böylece ölüm bizim için dehşetini kaybetmiş olsa da bir amaç için yaşamlarımızı riske atmayı ne istedik ne de becerebildik. Mülteciler savaşmak –ya da nasıl yeniden savaşır hale gelinebileceği üzerine düşünmek– yerine arkadaşlarına ya da akrabalarına ölüm dilemeye alıştılar; biri öldüğünde içinden geçtiği bütün sıkıntılardan kurtulduğunu neşeyle hayal ederiz. Sonuç olarak çoğumuz bizim de sıkıntılarımızdan kurtulmamızı ve buna uygun hareket etmemizi dileyerek bitirir.
1938’den beri –Hitler’in Avusturya’yı işgalinden beri– belagatli iyimserliğin nasıl da hızla sessiz bir kötümserliğe döndüğünü gördük. Zaman ilerledikçe daha da kötüleştik –daha da iyimser ve daha da intihara meyilli. Schuschnigg idaresindeki Avusturya Yahudileri ne kadar neşeli insanlardı, bütün tarafsız gözlemciler onlara bayılırdı. Kendilerine bir şey olmayacağına dair duydukları derin inanç harikaydı. Ancak Alman orduları ülkeyi işgal ettiğinde ve nazik komşuları Yahudi evlerinde isyan çıkarmaya giriştiğinde, Avusturya Yahudileri intihar etmeye başladılar.
Diğer intiharlardan farklı olarak arkadaşlarımız eylemlerine dair bir açıklama bırakmadılar. Zavallı bir adamı son gününe kadar konuşmaya ve neşeli davranmaya zorlayan bir dünyaya karşı hiçbir itham ve suçlamada bulunmadılar. Bıraktıkları mektuplar geleneksel, anlamsız belgelerdir. Dolayısıyla açık mezarlarının başında yaptığımız cenaze konuşmaları kısa, utanç dolu ve umut doludur. Kimse olası sebepleri sorgulamaz, hepimize açık ve net gözükürler.
Popüler olmayan gerçeklerden bahsediyorum ve amacıma ulaşmak için modern insanları etkileyen biricik argümanları –rakamsal verileri– bile kullanmıyor olmam işleri daha da kötü bir hale sokuyor. Rakamlar söz konusu olduğu sürece Yahudilerin varlığını öfkeyle reddeden o Yahudiler bile bize hayatta kalma şansı tanıyorlar. Sadece birkaç Yahudinin suçlu olduğunu ve çoğu Yahudinin savaş zamanında iyi vatanseverler olarak öldürüldüğünü başka nasıl kanıtlayabilirler ki? Onların Yahudilerin istatistik yaşamlarını kurtarma çabaları sayesinde biliyoruz ki, Yahudiler bütün medeni uluslar arasında en düşük intihar oranına sahiptirler. Bu rakamların artık doğru olmadığına eminim, her ne kadar yeni rakamlar sunamasam da yeni deneyimlerle kanıtlayabilirim. Kafatası ölçüsünün, içindekine dair kesin bilgiyi verdiğine ya da suç istatistiklerinin ulusal etiğin kesin seviyesini gösterdiğine asla tam olarak inanmayan kuşkucular için bu yeterli olacaktır. Neyse, bugün Avrupalı Yahudiler nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, artık istatistik yasalarına uygun olarak davranmıyorlar. İntiharlar sadece Berlin ve Viyana’daki, Bükreş ya da Paris’teki paniğe kapılmış insanlar arasında değil, New York ve Los Angeles, Buenos Aires ve Montevideo’da da gerçekleşiyor.
Öte yandan gettolardaki ve toplama kamplarındaki intiharlar hakkında çok az haber yapılmıştır. Doğru, Polonya’dan çok az bir haber gelmişti ancak Alman ve Fransız toplama kampları hakkında yeterince bilgimiz vardı.
Sözgelimi, biraz zaman geçirme fırsatını yakalamış olduğum Gurs kampında tek bir intihar duydum ve o da kolektif bir eylem önerisiydi –görünürde Fransızları sinirlendirmek için bir çeşit protesto eylemi. İçimizden bazıları oraya her şekilde “ölmek için”[1] gönderildiğimizi söylediğinde, genel ruh halimiz birden yaşam için şiddetli bir cesarete dönüştü. Genel kanı, insan hâlâ bütün olanları kişisel ve bireysel bir kötü şans olarak algılayıp buna uygun olarak da kişisel ve bireysel yaşamını sonlandırıyorsa, o kişinin anormal biçimde asosyal ve genel olaylara karşı kayıtsız olduğu yönündeydi. Bununla birlikte aynı insanlar kendi bireysel yaşamlarına geri döndüklerinde ve görünüşte bireysel problemlerle karşılaştıklarında, tekrardan umutsuzluğun yanı başındaki bu çılgın iyimserliğe dönüyorlardı.
Biz zulme uğrayan ilk dindar olmayan Yahudileriz ve de ilk defa, sadece ölüm döşeğinde[2] değil, intiharla cevap verenleriz. Belki de intiharın, insan özgürlüğünün en son ve en yüce garantisi olduğunu öğreten filozoflar haklıdırlar: Yaşamlarımızı ya da içinde yaşadığımız dünyayı yaratmakta özgür olmamakla birlikte, yaşamdan vazgeçmekte ve dünyayı terk etmekte özgürüz. Sofu Yahudiler kesinlikle bu negatif özgürlüğü gerçekleştiremezler; onlar intiharda cinayeti görürler, yani insanın asla yapma imkanı olmayan bir şeyi yok etmesini, Yaratıcının haklarıyla müdahale etmeyi. Adonai nathan veadonai lakach (“Tanrı verdi ve Tanrı geri aldı”); ve üzerine ekleyeceklerdir: Baruch shem adonai (“Tanrı’nın adı kutlu olsun). Onlar için intihar, cinayet gibi, yaradılışa bir bütün olarak yapılmış kafir bir saldırıdır. Kendini öldüren insan hayatın yaşamaya değer olmadığını ve dünyanın onu barındırmaya değer olmadığını söylemektedir.
Ancak bizim intihar edenlerimiz hayata ve dünyaya küstahça meydan okuyan, kendilerinde bütün evreni öldürmeye çalışan çılgın isyankarlar değiller. Onlarınki ortadan kaybolmanın sakin ve mütevazi bir yolu; kişisel problemleri için buldukları bu şiddetli çözümden ötürü özür diler gibidirler. Onlara göre, genel olarak, politik olayların kendi bireysel kaderleriyle bir alakası yoktur; iyi ya da kötü zamanlarda sadece kendi karakterlerine inanırlar. Şimdiyse kendilerinde olayların üstesinden gelmelerini önleyen gizemli bir eksiklik buluyorlar. Erken çocukluklarından beri kendilerinde belirli bir sosyal standart hakkı gördükleri için, bu standardın artık korunamaması onların gözlerinde bir başarısızlıktır. İyimserlikleri, kafalarını suyun üzerinde tutmak için harcadıkları beyhude bir çabadır. Sonuçta, bir çeşit bencillik yüzünden ölürler.
Eğer kurtarılırsak küçük düşürülmüş hissederiz ve eğer yardım görürsek alçalmış hissederiz. Deliler gibi bireysel kaderlere sahip mahrem varoluşlar için savaşıyoruz, çünkü eskiden insansever olan çoğumuzun çok iyi hatırladığı o zavallı schnorrers[3] sürüsünün parçası olmaktan korkuyoruz. Schnorrer olarak adlandırılan şeyin shlemihl değil, Yahudi kaderinin bir sembolü olduğunu anlamayı başaramadığımız için bugün Yahudi dayanışmasının bir parçası olarak hissetmiyoruz; kendi başımıza bütün Yahudi halkı kadar endişelenmediğimizi fark edemiyoruz. Bazen bu anlayış eksikliği, koruyucularımız tarafından kuvvetli biçimde desteklenmiştir. Paris’teki büyük bir hayır kurumunun yöneticisinin, Alman Yahudisi bir entelektüelin üzerindeki kaçınılmaz “Dr.” ünvanıyla gelen kartvizitini her alışında yüksek sesle “Herr Doktor, Herr Doktor, Herr Schnorrer, Herr Schnorrer!” diye haykırdığını hatırlıyorum.
Bu tür tatsız deneyimlerden çıkardığımız sonuç yeterince basitti. Felsefe doktoru olmak artık bizi tatmin etmiyordu ve yeni bir yaşam kurmak için önce eskisini geliştirmek zorunda olduğumuzu öğrendik. Tavrımızı tanımlamak için küçük bir peri masalı icat edildi; sahipsiz göçmen bir dachshund keder içerisinde konuşmaya başlar: “Bir zamanlar ben St. Bernard iken…”
Bu kadar çok yıldız ve ünlü simadan şaşkına dönmüş olan yeni arkadaşlarımız, görkemli geçmişe dair anlattıklarımızın altında bir insan hakikatinin yattığını zorlukla anlıyorlar: Bir zamanlar insanların özen gösterdiği birileriyken, arkadaşlar tarafından seviliyorduk ve hatta ev sahipleri tarafından kirasını düzenli öder diye biliniyorduk. Bir zamanlar yiyeceğimizi satın alıp, istenmediğimiz söylenmeksizin metroda seyahat edebiliyorduk. Gazeteciler bizi izleyip, süt ve ekmek alırken herkesin ortasında rahatsız edici olmayı bırakmamızı söylemeye başladıklarında birazcık histerikleştik. Başka türlü nasıl yapılır bilmiyoruz; zaten hayatımızın her anında kim olduğumuz, hangi pasaporta sahip olduğumuz, doğum sertifikalarımızın nerede doldurulduğu ve Hitler’in bizi sevmediği anlaşılmasın diye lanet derecede dikkatli davranıyoruz. Yiyeceğini satın alırken politik düşünmen gereken bir dünyaya uyum sağlayabilmek için elimizden geleni yapıyoruz.
Bu şartlar altında St. Bernard gittikçe daha da çok büyüyor. Belirli bir işi kabul etmesi beklenirken, “Kiminle konuştuğunuzun farkında değilsiniz; ben Karstadt’ın (Berlin’de büyük bir alışveriş mağazası) bölüm müdürüydüm.” diye iç geçiren o genç adamı asla unutamıyorum. Bir de kurtarılmak için farklı komitelerin sayısız vardiyasından geçen o orta yaşlı adamın derin umutsuzluğu var; “benim kim olduğumu burada hiç kimse bilmiyor!” diye bağırmıştı sonunda. Kimse ona onurlu bir insan gibi davranmadığı için o da büyük isimlere ve bağlantıda olduğu önemli kişilere telgraf çekmeye başladı. Bu çılgın dünyada “büyük adam” olarak kabul görmenin, insan olarak kabul görmekten çok daha kolay olduğunu çabuk kavramıştı.
Kim olduğumuza ya da istediğimiz gibi yaşamaya karar vermekte ne kadar az özgür olursak, o kadar çok maske takmaya, gerçekleri saklamaya ve rol oynamaya çalışıyoruz. Almanya’dan Yahudi olduğumuz için kovulmuştuk. Ancak Fransız sınırını geçtikten az sonra “Hans”a[4] dönüştük. Hatta bize, eğer gerçekten Hitler’in ırksal teorilerine karşıysak bu yer değişikliğini kabul etmek zorunda olduğumuz söylenmişti. Yedi yıl boyunca gülünç bir şekilde Fransız olmaya çalışma rolünü oynadık, en azından saygın vatandaşlar olarak. Ancak savaşın başında hep birlikte “Hans” olarak kamplara alındık. Bu sırada çoğumuz o kadar sadık Fransızlara dönüşmüştük ki, Fransız hükümetinin emrini bile eleştiremedik; böylece toplanmamızda sorun olmadığını açıkladık. Bizler tarihin gördüğü ilk gönüllü mahkumlardık[5]. Almanlar ülkeyi işgal ettikten sonra Fransız hükümetinin yapması gereken firmanın ismini değiştirmekti yalnızca; Alman olduğumuz için hapse atılan bizler, Yahudi olduğumuz için serbest bırakılmadık.
Bütün dünyada aynı hikaye tekrar edip edip durur. Avrupa’da Naziler mülklerimize el koydular; ancak Brezilya’da, sadık bir Bund der Auslandsdeutschen[6] üyesi olarak, mal varlığımızın %30’unu ödemek zorundaydık Paris’te Yahudi olduğumuz için saat sekizden sonra evlerimizden çıkamıyorduk; ama Los Angeles’ta “düşman yabancı” olduğumuz için sınırlandırılmıştık. Kimliğimiz o kadar sık değişiyordu ki, kimse gerçekte kim olduğumuzu bilemiyordu.
Maalesef Yahudilerle tanıştığımızda işler daha iyiye gitmedi. Fransız Yahudileri, Ren nehrinin ötesinden gelen Yahudilerin, kendi deyişleriyle Polaks –Alman Yahudilerine göre Ostjuden– olduklarına kesinlikle eminlerdi. Ancak gerçekten doğu Avrupa’dan gelenler, Fransız kardeşleriyle aynı fikirde değillerdi ve bizi Jaeckes olarak adlandırdılar. Bu Jaecke-sevmeyenler’in oğulları –Fransa’da doğan ikinci jenerasyon ve tamamen asimile olmuşlar– üst sınıf Fransız Yahudilerinin fikrini paylaşıyorlardı. Dolayısıyla, aynı aile içerisinde baba tarafından Jaecke ve oğul tarafından da Polak olarak adlandırılabilirdiniz.
Savaşın patlak vermesinden ve Avrupa Yahudilerinin başına gelen felaketten beri, salt mülteci olma gerçeği yerli Yahudi toplumuyla kaynaşmamıza engel oldu. Bazı istisnalar sadece kuralı doğruladılar. Yazılı olmayan bu toplumsal kurallar, her ne kadar kamusal olarak kabul edilmese de, kamuoyunun büyük gücüne sahip. Ve böyle sessiz bir kamuoyu ve pratiği bizim günlük yaşantımızda resmi konukseverlik ve iyi niyet açıklamalarından daha önemli.
İnsan toplumsal bir hayvan ve toplumsal bağlar koptuğunda hayat onun için kolay olmuyor. Ahlaki standartlar toplumun dokusunda daha kolay tutunur. Çok az insan toplumsal, politik ve hukuki statüsü tamamen karıştığında kendi bütünlüğünü koruma gücüne sahiptir. Toplumsal ve hukuksal statümüzü değiştirmek için gereken savaşma cesaretinden yoksun olarak bizler, bir çoğumuz, kimlik değiştirmeyi denemeye karar verdik. Ve bu acayip davranış, işleri daha da kötüleştiriyor. İçinde yaşadığımız karmaşa bir yandan bizim kendi eserimiz.
Bir gün biri Almanya’dan çıkan Yahudi göçünün gerçek hikayesini yazacak ve her zaman %150 Alman olmuş olan, Alman süper-vatanseveri, Berlinli Bay Cohn’u betimleyerek başlamak zorunda kalacak. 1933 yılında bu Bay Cohn, Prag’da mülteci oldu ve kısa zamanda inançlı bir Çek vatansevere dönüştü – Alman vatanseveri olduğu zamanki kadar hakiki ve sadık bir Çek vatanseveri. Zaman ilerledi ve yaklaşık 1937 yılında, bir süredir Nazi baskısı altında olan, Çek hükümeti Yahudi göçmenleri, kendilerini çok güçlü bir şekilde müstakbel Çek vatandaşı olarak hissetmelerini göz ardı ederek sınırdışı etmeye başladı. Bizim Bay Cohn sonra Viyana’ya gitti; oraya uyum sağlamak için kuşkusuz bir Avusturya vatanseverliğine gerek vardı. Alman işgali Bay Cohn’u o ülkeden de çıkardı. Paris’e kötü bir zamanda ulaştı ve hiçbir zaman düzenli bir oturma izni alamadı. Hüsnükuruntu konusunda oldukça deneyim kazanmış biri olarak, gelecek yaşamını Fransa’da geçireceğine ikna olarak idari tedbirleri ciddiye almadı. Bu yüzden Fransız ulusuna olan adaptasyonunu, kendisini “bizim” atamız Vercingetorix ile tanımlayarak hazırladı. Sanırım Bay Cohn’un diğer maceralarına geçmesem iyi olacak. Bay Cohn, bir Yahudi olarak, gerçekte ne olduğuna karar veremediği sürece kimse içinden geçeceği çılgın değişimleri öngöremez.
Kendini kaybetmek isteyen bir insan aslında insan varoluşunun imkanlarını, yaradılış kadar sonsuz olan imkanlarını keşfeder. Ancak yeni bir kimliğin toparlanması, dünyanın yeniden yaratılması kadar zordur ve boşunadır. Ne yaparsak yapalım, hangi role girersek girelim, açığa vurduğumuz tek şey delice arzumuz olan değişmektir, Yahudi olmamaktır. Bütün eylemlerimiz bu amaca yönelmiştir: Yahudi olmak istemediğimiz için mülteci olmak istemeyiz; geçen yılların Almanca konuşan göçmenleri Yahudi olarak mimlendiği için İngilizce konuşan insanlarmışız gibi davranırız; dünyadaki devletsiz insanların çoğunluğu Yahudi olduğu için kendimizi devletsiz olarak tanımlamayız; Yahudi olduğumuz gerçeğini saklamak için sadık Hottentotlar[7] olmaya can atarız. Başarmıyoruz ve başaramıyoruz; “iyimserlik” maskemizin altında asimilasyoncuların umutsuz hüznünü rahatlıkla bulabilirsiniz.
Almanya’dan gelen bizlerle birlikte asimilasyon kelimesi “derin” bir felsefi anlama kavuştu. Bu konuda ne kadar ciddi olduğumuzu güçlükle kavrayabilirsiniz. Asimilasyon, doğmuş bulunduğumuz ülkeye ve dillerini konuşmuş bulunduğumuz insanlara gereken uyumun sağlanması anlamına gelmiyor. Prensipte biz her şeye ve herkese uyum sağlıyoruz. Bu yaklaşım, duygularını belli ki dışa vurmayı bilen bir hemşehrimin sözleriyle oldukça netleşti kafamda. Fransa’ya varır varmaz, Alman Yahudilerinin birbirlerine çoktan Fransız olduklarını iddia ettikleri uyum sağlama örgütlerinden birisini kurdu. İlk konuşmasında şunları söyledi: “Almanya’da iyi Almanlar olduk ve bu yüzden Fransa’da iyi Fransızlar olmalıyız.” Dinleyenler coşkuyla alkışladı ve kimse gülmedi; sadakatimizi nasıl kanıtlayacağımızı öğrenmiş olmaktan dolayı mutluyduk.
Eğer vatanseverlik bir rutin ya da pratik sorunuysa, biz dünyadaki en vatansever insanlar olmalıyız. Bizim Bay Cohn’a geri dönersek kesinlikle bütün rekorları kırmıştır. Kendisi, her zaman ve içine feci bir kaderle sürüklendiği her ülkede gecikmeden o toprağın dağlarını gören ve seven ideal mültecidir. Fakat vatanseverliğin bir pratik meselesi olduğuna henüz inanılmadığı için, insanları tekrar eden dönüşümlerimizin samimiyetine ikna etmek zor. Bu mücadele bizim kendi toplumumuzu o kadar toleranssız hale getirdi ki; yerli halktan bizi kabul etmelerini isteyecek bir konumda olmadığımızdan, bir gruba ait olmaksızın tam kabul talep ediyoruz. Yerli halk bizim gibi garip varlıklarla karşılaştıklarında şüpheleniyorlar. Onların bakış açısına göre, kural olarak, sadece eski ülkelerimize sadakat anlaşılabilir. Bu, yaşamı bizler için zorlaştırıyor. Yahudiler olarak geldiğimiz ülkelerdeki vatanseverliğimizin olağandışı bir tarafı olduğunu anlatmayı isteseydik belki bu şüphenin üstesinden gelebilirdik. Bu vatanseverlik aslında oldukça samimi ve derin köklere sahipti. Bunu kanıtlamak için kalın kitaplar yazdık; antikliğini keşfetmek ve istatistiksel olarak açıklamak için koca bir bürokrasiyi çalıştırdık. Yahudiler ve Fransızlar, Yahudiler ve Almanlar, Yahudiler ve Macarlar, Yahudiler ve … diye giden önceden tanımlı harmoniler hakkında felsefi tezler yazan akademisyenlerimiz vardı. Bugün sıklıkla şüphe duyulan sadakatimizin uzun bir tarihi var. Bu, yüz elli yıl boyunca asimile edilen ve benzeri görülmemiş bir marifet sergileyen Yahudiliğin tarihidir: Sürekli olarak Yahudi olmadıklarını kanıtlasalar da, aynen Yahudiler olarak kalmayı başardılar.
Ünlü prototiplerinin aksine kim olduklarını bilmeyen bu Ulysses-gezginlerinin umutsuz karmaşası, sahip oldukları mükemmel bir “kimliklerine sahip çıkmayı reddetme” manisiyle açıklanır kolaylıkla. Bu mani, varoluşumuzun derin absürtlüğünü ortaya koyan son on yıldan daha eskidir. Hayali bir işareti sürekli gizlemeye çalışmaktan kendini alamayan takıntılı insanlar gibiyiz. Böylece yeni olduğu için mucizeler yaratabilecek gibi gözüken her yeni olasılığın şevkle hastası oluruz. Nasıl topluca bir kadın her yeni kıyafetin onu arzu ettiği bel ölçüsüne kavuşturacağı vaadiyle memnun kalıyorsa, aynı şekilde biz de her yeni ulusla büyüleniyoruz. Ancak kadın yeni kıyafetini mucizevi niteliklerine inandığı sürece sever, ve duruşunu –ya da bu durumda statüsünü– değiştirmediğini fark ettiği anda onu fırlatıp atacaktır.
Garip kıyafet değiştirmelerimizin bir işe yaramadığı aşikar olsa da bunun henüz cesaretimizi kıramamış olması şaşırtıcı gelebilir. Eğer insanın tarihten nadiren bir şey öğrendiği doğruysa, bizim olayımızda olduğu gibi tekrar edip duran kişisel deneyimlerden öğrenebileceği de doğrudur. Ancak ilk taşı bize atmadan önce Yahudi olmanın bu dünyada yasal bir statü sağlamadığını hatırlayın. Eğer sadece Yahudi olduğumuz gerçeğini dillendirmeye başlarsak, kendimizi yasalar ya da politik anlaşmalar tarafından korunmayan, dolayısıyla sadece insan olan kişilerin kaderine maruz bırakmış oluruz. Bu tür insanların uzun süreden beri varolmayı bıraktığı bir dünyada yaşadığımızdan; toplum, kan dökmeden adam öldüren büyük bir toplumsal silah olarak ayrımcılığı icat ettiğinden; pasaportlar ya da doğum sertifikaları, hatta bazen gelir vergisi makbuzları artık resmi belge değil ama sosyal ayrıştırma araçları olduğundan beri bundan daha tehlikeli bir yaklaşım hayal edemiyorum. Çoğumuzun tamamen toplumsal standartlara bel bağladığı doğrudur; toplum bizi onaylamazsa kendimize olan güvenimizi kaybederiz; toplum tarafından kabul görmek için her türlü bedeli ödemeye hazırız ve her zaman hazırdık. Ancak bütün bu uyum sağlama ve asimilasyon numaraları olmadan bununla başa çıkmayı deneyen, aramızdaki çok az kişinin, güçlerinin yetebileceğinden çok daha fazla bir bedel ödedikleri de aynı şekilde doğrudur: Onlar bu altüst olmuş dünyada kanun kaçaklarına bile sunulan az sayıdaki olanağı da tehlikeye attılar.
Bernard Lazare’nin ardından “bilinçli parya” olarak tanımlayabileceğimiz bu az sayıdaki kişinin tavrını, son zamanlarda sonradan görme olmak için bulduğu her yolu deneyen Bay Cohn’dan daha iyi örnekleyebilecek kimse yoktur. On dokuzuncu yüzyılın çocukları olarak, kanuni ya da politik suçludan haberleri olmadan, toplumsal paryaları ve onların karşısında yer alan toplumsal sonradan görmeleri biliyorlardı. Banker Yahudilerle başlayan ve Yahudi milyonerler ve insanseverlerle devam eden modern Yahudi tarihi, bu öteki Yahudi geleneğini unutmaya meyillidir: Heine, Rahel Varnhagen, Sholom Aleichem, Bernard Lazare, Franz Kafka ya da Charlie Chaplin’in bile dahil olduğu gelenek. Sonradan görmeye dönüşmek istemeyip, “bilinçli parya” statüsünü tercih eden azınlıktaki Yahudilerin geleneğidir bu. Bütün övünülen Yahudi nitelikleri –“Yahudi kalbi”, insanlık, mizah, tarafsız zeka– parya nitelikleridir. Bütün Yahudi kusurları –densizlik, politik aptallık, aşağılık kompleksleri ve paragözlük– sonradan görmelerin özellikleridir. Kast ruhunun ya da finans işlemlerine içkin gerçekdışılığın çizdiği sınırlardan ötürü, insani davranışlarını ve gerçeğe dair doğal sezgilerini değiştirmeye değer bulmayan Yahudiler her zaman olmuştur.
Tarih, kanun kaçağı statüsünü benzer şekilde hem paryalar, hem de sonradan görmeler üzerinde zorla uygulamıştır. Sonuncular henüz Balzac’ın “On ne parvient pas deux fois”[8] bilgeliğini kabul etmemişlerdir; dolayısıyla paryaların vahşi hayallerini anlamazlar ve onların kaderini paylaşmış olmaktan dolayı aşağılanmış hissederler. Gerçeği söylemekte “ahlaksızlık” derecesinde ısrar eden az sayıdaki mülteci, gözden düşmelerine karşılık paha biçilemez bir avantaj kazanırlar: Tarih artık onlar için kapalı bir kitap değildir ve politika artık Yahudi olmayanların ayrıcalığı değildir. Avrupa’daki Yahudilerin, kanuni haklarından mahrum bırakılmasının hemen arkasından Avrupa’daki birçok ulusun kanun dışı ilan edildiğini bilirler.
Ülkeden ülkeye sürülen mülteciler, halklarının öncüleridirler, eğer kimliklerini korurlarsa. İlk defa ayrık değil ama diğer bütün ulusların tarihine bağlı bir Yahudi tarihi var. Avrupa halklarının nezaketi ve medeniyeti, en zayıf üyelerinin dışlanmasına ve zulme uğramasına izin verdikleri zaman, ve de bu yüzden, paramparça olmuştur.
Notlar:
[1] Orijinal metinde fr. pour crever
[2] Orijinal metinde lat. in extremis
[3] Sürekli bir şey rica eden ya da otlakçı anlamındaki Yidiş terim
[4] Orijinal metinde fr. boches: Fransızların Almanlar (ve özellikle Alman askerleri) için kullanmış olduğu küçük düşürücü, kötüleyici terim.
[5] Orijinal metinde fr. prisonniers volontaires
[6] Yurtdışında Yaşayan Almanlar Birliği
[7] Sömürgecilik zamanında Güney Afrika ve Namibya’da yaşayan Khoikhoi halklarına sömürgeciler tarafından verilen toplu isim.
[8] “Kimse iki kere sonradan görme olmaz” ya da “İnsan şansı bir kere yakalar” anlamındaki özdeyiş.
Çeviri: Erdem Üngür
Kaynak: multeciyimhemserim.org
Orijinal metin: “We Refugees”, The Menorah Journal, 1943; Altogether Elsewhere: Writers on Exile, yay. haz. Marc Robinson, Boston: Faber and Faber, 1996, s. 110-119. Orijinal metne şu linkten ulaşabilirsiniz