'Bizde ırkçılık yoktur'

Irkçılık, tesis edilmiş her siyasal topluluk için bir risk veya eğilim olarak vardır. “Bizde ırkçılık olmaz” demekse, ahlaki üstünlüğü kendi soyunda mutlaklaştırmak anlamında, ırkçılığın ilk ve şaşmaz koşulunu oluşturur.

Ahmet Murat Aytaç aaytac@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’de ırkçılık iddiasının ileri sürüldüğü farklı tartışma bağlamları var. Ancak yürütülen tartışmalar, günümüzün yerli ve milli ittifakının ırkçılıkla ilgili yeni tartışmalar içinde nereye oturduğunu göstermenin çok uzağında. Hatta denilebilir ki, 2000’li yıllarda pek çok örneğine rastladığımız ve iktidar gözünden ırkçılık eleştirisi yapan bir anlayış tekrar gündemde. Bu anlayış, grup farklılıklarının tanınması talebini ırkçılık olarak eleştirme eğilimince temsil ediliyor. Hâlihazırda bir ulus çatısı altında bütünleştirilmiş yurttaşlardan oluşan devletin karşısına, farklılık iddialarıyla çıkmak, ırk davası gütme biçiminde değerlendiriliyor olsa gerek. Bunun bir başka versiyonunu da din kardeşliği üzerinden birbirine bağlanmış İslam ümmetinin içinde kavim veya nesep davası gütme eleştirisi oluşturuyor. Her iki bakış açısı da bir tür “ırkçılık ve faşizm” eleştirisi yaptığından emin, yeri geldiğinde bu “eleştiriyi” eyleme dökmekten de çekinmeyen insanlar tarafından savunuluyor.

Sözüm ona bu ırkçılık eleştirisinin aslında egemenlik ayrıcalıklarını korumakla olan bağı tartışma götürmez. Ancak ırkçılık kavramının iktidar prizmasından geçtikten sonra yaşadığı anlam kırılması, üzerinde durmaya değer. Çünkü bu sayede, iktidarın farklı düzeyleriyle ırkçılığın eski ve yeni biçimleri arasındaki ilişkileri daha iyi görebileceğimize inanıyorum. Tabii ırkçılık tartışmasının bizdeki yürütülme biçimi, böyle bir görüş açısı kazanmamızı büyük ölçüde engelliyor. Irkçılıktan her söz ettiğimizde, tartışmanın hemen “Kim ırkçıdır?” sorusuna yanıt arayışında düğümlenmesi bununla ilgilidir. Mantıksal açıdan, bu düğümün çözülebilmesi için “Irkçılık nedir?” sorusuna önceden bir yanıt verilmiş olması beklenir. Ama ırkçılığın bir suçlama sıfatı olarak kullanılması, bu fikirlerin ele alınacağı serinkanlı bir tartışma yürütmeyi imkânsızlaştırıyor. “Kimdir?” sorusundan “Nedir?” sorusuna geçememek ırkçılık meselesinin düşünülmeden kalmasına yol açıyor. Irkçılığı her zaman ve sadece ötekinin sıfatı olarak gören, suçlayıcı iktidar pratikleri bu düşünce yoksunluğunun temel nedenini oluşturur.

Düşünülmeden bırakılmış olanı yeniden düşünmek, hakikate ulaşmanın ilk adımını temsil eder. Irkçılığın ne olduğunu düşünmekse bugünkü anlayışımızı şekillendiren deneyimler üzerinde durmayı gerektiriyor. Bizim bildiğimiz şekliyle ırkçılık kavramının anlamı, üç farklı tarihsel deneyime tepki olarak gelişmiştir: Kölecilik, sömürgecilik ve faşizm. Irkçılığın, örneğin milliyetçilik konusunda olduğu gibi, nispeten anlayışlı sayılabilecek bir yaklaşım yerine, ağır ahlaki ve duygusal suçlamalarla ele alınmasının nedenini, tarihsel olarak en son sırada gelen faşizm uygulamaları oluşturur. Avrupa’da antisemitizm kavramı, Yahudi inancı etrafında ortaklaştırılmış bir nüfusu ırklaştıran ve onu düşmanlaştıran davranış ve düşünceleri anlatmak üzere kullanılırdı. Naziler, antisemitizm uygulamalarını toplama kampları ve kitlesel imha düzeyine vardırdığında, bugünkü ırkçılık karşıtlığının hedef aldığı ayırt edici simgelerini de az çok belirlemiş oldular.

Mevcut literatürde Holokost ile ilişkili bir biçimde ele alınan bu simgelerin, aslında sömürgecilik ve kölecilik uygulamalarıyla beraber doğdukları bilinen bir gerçek. Irkçılığı ırkçılık yapmadan düşünebilmek için bu gerçeği teslim etmek gerek. Sömürgeciler diğer toplumlar üzerindeki fetih ve yönetim haklarını, uygarlık ve ilkellik ya da ilerilik ve gerilik gibi ölçütler üzerinden meşrulaştırıp ileri sürdüler. İlkel veya geri olduğu söylenen bu toplulukların çeşitli şekillerde ırklaştırılmasına hizmet eden bu ölçütlerin, ırkçılığın günümüzdeki anlamını koşullandırdığı söylenebilir. Irklaştırma yerine göre deri rengi, dil, din veya kültür gibi olgular referans alınarak gerçekleştirilmiş olsa da ırkçılığın ana rengini her durumda tabi kılmanın bir aracı olarak kazanmasıyla sonuçlandı.

Buradan bakılınca, ırkçılık tartışmasında temel alınan anlayışın insanları ırklarına göre sınıflandırma, bu sınıfları hiyerarşik olarak sıralamakla ilgili olduğu görülüyor. Irk kavramının bilimden, edebiyattan, sanattan ve kültürden kovulması gereken aldatıcı bir sözcük muamelesi görmesini kategorik bir buyruk haline getiren etmeni burada buluyoruz. Irkçılık yapısal bir iktidar eleştirisi olduğu ve bununla sınırlı kaldığı ölçüde, böylesi bir bakış açısında yanlış olan bir taraf yok. Ancak iktidarı sadece kurumlar, yapılar ve hukuk çerçevesinde işleyen bir sistematik bütün olarak göremeyiz. Hele iktidarın, yüzeydeki kurumsal mekanizmalardan daha derinde işleyen, iç içe geçmiş disiplin ve denetim mantıklarından oluşan bir şebekeye dönüştüğü günümüz dünyasında bunu hiç yapmamamız gerekir. Bu gereklilik ırkçılığın, insanlar arası ilişkilerin düzenlendiği en mahrem zeminde, başka bir deyişle “iki kişi arasındaki faşizm” seviyesinde iş gören bir arzu rejimi olduğunu gösteriyor. Irklaştırılmış gruplara yönelik bağnazlık, önyargı ve nefret söz konusu arzu rejiminin duygusal bileşimini oluşturur.

Irkçılığın iktidarın bu iki düzeyi arasındaki etkileşime olan borcunu görmek büyük bir önem taşır. Ancak bu ilişkiyi görünmez kılan ve görüş açımızı daraltan bazı engeller var. Bu engellerin, kavrayış gücümüzü ırkçılığın kendini yenileme hızına uyarlamasını önlediği bir gerçek. Bugün hâlâ ve haklı olarak ırkçılığı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak mahkûm ediyoruz. Çünkü temelde bir bütün olan ve bölünemeyecek “insan ırkını” ayrıştırdığını düşünüyoruz. Dolayısıyla her insanın eşit saygı ve değerde olduğu ilkesine hayatiyet kazandırdığımızda, ırkçılıkla baş edebileceğimize inanıyoruz. Ne var ki ırkçılık, en derinden bakıldığında, insan soyu içindeki farklardan çok “insan olan” ile “insan olmayan” arasındaki ilişkiden doğan bir anlayıştır. Deri rengine veya inanca dayanan ırk ayrımcılığı, sadece bu varoluşsal ayrımın farklı tarihsel tezahürleri olarak görülebilir. İnsanı gayriinsani olandan ayıran ölçütlerin ne olduğu konusuysa sözünü ettiğim arzu rejimince kararlaştırılır. Ten kokusu, diyet alışkanlıkları, dilin armonisi, inanç ritüelleri, farklı cinsellik ve kur yapma kültürleri gibi “küçük” şeylerden kaynaklanan antipati veya sempatiler, kimin “insan” kimin “barbar”, yani insan olmayan biçiminde tanımlanacağını da belirler.

Türkiye’de yurtseverliğin asıl konusunu oluşturan vatan, millet ve devlet üçlüsünün ırki zeminden bağımsız olduğunu düşünenlerin yanılgısı bu belirlemenin yok sayılmasından ileri gelir. Sık sık İslam’ın birleştirici özelliklerinden veya Anadolu’nun bir kavimler kapısı olmasından ötürü Türkiye’de ırkçılık yoktur dediğiniz yerde, aslında ortak hayata dahil olmanın belirlendiği düzeyi de dolaylı olarak işaret etmiş olursunuz. Bugün artık ırk kavramı sadece biyolojik, doğal veya dilsel farklar üzerinden düşünülmüyor. Daha çok toplumsal farklılıkların, içerme ve dışlama uygulamaları yoluyla grupları ırklaştırmasından söz ediliyor. Demek ki ırkçılığı sonu toplama kamplarına veya soykırıma varacak bir kıyamet senaryosu içinde değil, gündelik ve siyasi ilişkilerdeki dışlama ve içerme pratikleriyle bir arada ele aldığımızda, bütün modern toplumların bir anlamda ırksal zeminde işlediğini görüyoruz. Kelimenin bu anlamında, ırksal olmayan bir devlet veya toplum yoktur.

Bu durum elbette büyük kurumsal yapıların dayattığı sistematik ırkçılık biçimini, ırklaştırılan grupların tepkileriyle aynı kefeye koyacağımız anlamına gelmez. Bu gruplar arasındaki eşitsiz iktidar ilişkileri, ırkçılıkla ilgili ahlaki bir asimetri de yaratır. Örneğin, Filistinlilerin sadece şiddet dilinden anladığına inandığı için onların üzerine bomba yağdıran bir helikopter pilotunun verdiği zararı, tüm İsraillileri yok etmenin gerekliliğine inanan bir mücahidin antisemitizmiyle aynı kefeye koyamayız. Etki ve tepki mantığı içinde gelişen “tepkici ırkçılık” biçimlerini değerlendirirken bu ayrımı özenle göz önünde bulundurmalıyız. Tepki etkiyle koşullu olduğu için, kaynak ırkçılık ortadan kalktığında onun da ortadan kalkması kuvvetle muhtemeldir. Ancak bu durum onun da ırkçı arzulardan beslendiği, egemen ırkçılık biçimiyle aynı aileden olduğu gerçeğini değiştirmez. Kendini dışa kapatan, bir anlamda dayatılmış ırklaşmayı içselleştiren bu tepkinin savunulacak bir tarafı da yoktur.

Türkiye’de yerli ve milli bir anlayışa angaje olan bir yurtseverlik ırkçılıkla rezonansa her girdiğinde, ırkçılığı bir başkasının sıfatı olarak ileri sürer. Farklı etnik-kültürel toplulukların asimilasyona ve homojenleşmeye gösterdiği direncin ırkçılık olarak mahkûm edilmesi de anlamını tam olarak burada kazanıyor. Böyle bakıldığında, yurtseverlik vatan olarak kabul edilen topraklar üzerindeki nüfusu bir arada tutma çabasına sadakat göstermekle tanımlanır. Dolayısıyla ırkçılığın söz konusu çabanın yarattığı hoşnutsuzluklara yakıştırılmasında da şaşılacak bir yan kalmıyor. Diğer yandan, Türkiye’de iktidar zihniyetinin en çok süreklilik gösteren ilkesinin neden farklılıklara karşı bütünün varoluşsal ve ahlaki önceliğini tanımakla ilgili olduğunu da daha iyi anlıyoruz. Söz konusu öncelik açısından bakıldığında, devletin Batılı güçlerle veya emperyalist odaklarla iş birliğine girmesi, bir yurtseverin stratejik veya taktik nedenlerle anlaması gereken bir durum olarak görülür. Oysa aynı iş birliğini Suriye’deki Arap veya Kürt gruplar yaptığında, bu Arapların hain tabiatının veya Kürtlerin emperyalizmin kuklası olmasının bir göstergesi olarak görülür ve ırklaştırılır. Tüm bunlar gösteriyor ki, ırkçılık, tesis edilmiş her siyasal topluluk için bir risk veya eğilim olarak vardır. “Bizde ırkçılık olmaz” demekse, ahlaki üstünlüğü kendi soyunda mutlaklaştırmak anlamında, ırkçılığın ilk ve şaşmaz koşulunu oluşturur.

Tüm yazılarını göster