Bize artık iyiliğin dili gerek
“Üzerimizdeki baskının arttığını hissettiğinizde ya da umutsuzluğa uyandığımız günlerin çoğaldığı zamanlarda kaçış başlar.”
Ayşe Özlem İnci
DUVAR - 2002 yılında Aşk Mutfağından Tarifler adlı öykü kitabı 2002 Sait Faik Öykü Armağanı'na, Bir Baktım Yoksun adlı öykü kitabi ise 2010'da hem Haldun Taner Öykü Ödülü'ne, hem de Yunus Nadi Öykü Ödülü'ne değer görülmüş öykücü Yekta Kopan’ın son kitabı “Sakın Oraya Gitme” kasım ayı başında çıktı. Kopan’la hafıza, dil, sevgi gibi “bizi biz yapan” meseleler üzerine konuştuk...
Kitaplarınıza baktığımda hafızayla ilgili meseleniz öne çıkıyor. Mesela annenize ithaf ettiğiniz İki Şiirin Arasında kitabınızda “Hafıza yüktür birlikte taşıyamazsak” diyorsunuz. “Sakın Oraya Gitme”nin ilk öyküsü Samodey’de de “Annelerin hayattaki ağırlığı evlatların hafızası kadarmış” diye bir cümle var. Hafıza kavramını kuyruğunu yutan yılan gibi düşünebilir miyiz?
Düşünebiliriz tabii ki. Hafıza, yazarlığımın temel meselelerinden biri. İnsanlığın da temel meselelerinden biri. Bugünün Türkiye’sine ve dünyasına bakınca bunun sadece bir yazarın ya da bir kişinin meselesi olmadığını görüyoruz. Hafızanın toplumsal bir mesele olma zorunluluğu var. Üzerimizdeki baskının arttığını hissettiğimizde ya da umutsuzluğa uyandığımız günlerin çoğaldığı zamanlarda kaçış başlar. Unutarak, belleksiz davranarak zamandan, dertten, dünya meselelerinden ve giderek kendimizden uzaklaşabileceğimiz yanılsamasına kapılırız. Aksine böyle zamanlar unutmanın değil daha çok hatırlamanın, hatırladıklarımızı kayıt altına almanın, aktarmanın ve tarihe not düşmenin zamanları. Toplum olarak belleği zayıf bir toplumuz. Biraz da bunun arkasına sığınıp var olan sorunların kenarından kıyısından geçerek gidiyoruz. Edebiyatın, sanatın görevlerinden biri o derdin üstüne, kalbine yürümektir. Gerekirse o yolda bir duvara toslayıp, hatta o duvarda elinizi, kolunuzu kırıp kafanızın yarılmasına izin verirsiniz. Çünkü bizi biz yapan zamanların hikâyelerini anlatacak kimse kalmazsa, yarın varoluşumuzun kaynaklarını unutacağız. İnsanlığımızı unutacağız.
HAFIZA ÖNCE DİLDE Mİ ERİR ANNE?
Peki Samodey’den devam edelim... “Hafıza önce dilde mi erir anne?” diye sorarken sizin geçen zamanla ve yaşadıklarımızın etkisiyle bütün topraklara seslendiğinizi duyabiliyorum...
Evet, herkese soruyor ve tüm dünyaya haykırıyorum. Hafıza önce dilde eriyor, önce dilde unutuyoruz bazı şeyleri. Ya da önce dilde bazı şeyleri var ediyoruz. Mesela, bundan on beş yıl önce “ötekileştirmek” denilen olgu coğrafyanın gündelik dilinde çok da yoktu. Bu kavram üzerinden paneller düzenlenip, konuşmalar yapılmıyordu. Gündelik hayatımızda “öteki” içimizde yer etmemişti. Dile girdi, dile girdiğinde de bir çok düşünceyi eritmeye başladı. Canımızı acıtmaya başladı. Sadece toplumsal olanda değil kişisel olarak da böyledir. Bizi biz yapan hikâyeler, bizi biz yapan kelimeler vardır. O kelimeler erir, o cümleler erir, hikâyeler erir ve günün birinde bütün insanlık erir. Hafıza önce dilde erir.
YENİ BİR DİL ARAYIŞI
Mektup, Källtorpssjön Laneti isimli öykülerinizde kimsenin bilmediği, anlamadığı yeni dillerden bahsediyor karakterler. Sizce dünyanın artık bir yeni dile ihtiyacı mı var?
Dünya yıllardır öfkenin, nefretin, savaşın, paranın dilinden çıkanları dinliyor. Kötülüğün dilinden yoruluyoruz. Karşısına iyiliğin diliyle dikilmemiz gerektiğini de biliyoruz aslında. Ama başaramıyoruz bir türlü. Bunu başarabilmek için önce dünyanın bütün dillerine kulak kabartmalıyız. Kötülüğün bağrışları içinde kaybolan sesleri dinlemeliyiz. Örneğin doğanın dili yıllardır haykırıyor, yıllardır bize o kadar farklı şeyler anlatmaya çalışıyor ki ama biz onu kendi bildiğimiz bilgi ve kelime haznesiyle okuduğumuz için bir iletişim kuramıyoruz. Bize neler anlatmaya çalıştığını dinlemiyoruz. Ya da doğanın haykırışını dinlemeye çalışan insanları iflah olmaz romantikler olarak değerlendirip biraz da alaycı bir şekilde onları dışarıda bırakıyoruz. Bize artık iyiliğin dili gerekiyor. Bunun için de önce dinlemeyi öğrenmeliyiz. Dinlemeliyiz; Benim seni anlayabilmem, senin bir çocuğu anlayabilmen, ya da öyküde olduğu gibi bilmediğimiz bir dilden gelen bir mektubu okuyup anlayabilmemiz için... Ama dinlemiyoruz. Bilmediğimiz her dilden korkuyoruz. Bilmediğimiz bir dilde gelen her mektup bizim için suç, suçlu ve öteki.
Bu öykülerde Wittgenstein’ı andım. “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.” der o da. Sizin de bu sınırları aşma çabanızdan söz edelim mi?
Teşekkür ederim. Özellikle benim çok sevdiğim bir düşünürdür. Dolayısıyla sorunun içinde bile olsa bu sohbette Wittgenstein’ı anmak benim için bir onur. Bir aşma ya da cevap bulma çabası değil. Benimki daha çok soru üretme ve anlama çabası. Sanatın cevaplar veren bir olgu olduğuna inanmam. Sorular ürettiğine inanırım. Yapması gerektiğinin de bu olduğunu düşünürüm.
KOCA TUTUKEVİNDE HALİMİZE BİR BAKIŞTIR ÖYKÜ
“Cesur Geyikler” isimli öykünüzde hücredeki iki yazarın mücadele etmek ve umutlarını diri tutmak için gösterdikleri dayanışmayı, içinde yaşadığımız bu dönemde özgür olduğuna inanan ya da dışarıdaki yazarların da gösterdiklerini düşünüyor musunuz? Duruşlarının sizdeki karşılığı nedir?
Koca tutukevindeki hâlimize bir bakıştır bu öykü. Tıpkı o hikâyedeki gibi müphem, tuhaf bir hücredeyiz. Bazen birimiz düşüyor, diğeri onu kaldırmaya çalışıyor. Bazen de birimiz düşüyoruz ve diğeri ona dönüp bakmıyor bile. Hatta bir tekme atıyor. Oysa hikâyenin kendi örgüsünde olduğu gibi bu koca hücrede de her düşüşte birbirimizi kaldıracak, kaldırdığımız kişiyle birlikte bizim de ayaklanmamızı sağlayacak gücün, hikâyeler olduğuna inanıyorum. Birbirimize hikâyeler anlattıkça varız. Gündelik hayatta birbirimizi hikâyelerle severiz, tanırız, kabul ederiz ya da reddederiz. Dünyanın hikâyelerine kulak kabartma cesareti taşıdıkça ve bizden sonrakilere aktardıkça birbirimizi daha iyi anlayacağız. Bugün bütün yazarlar, düşünürler, aydınlar, herhangi bir menfaat grubuna dahil olmadan sadece dünyayı anlamaya çalışan bütün insanlar, birbirlerine hikâye anlatmaya, dinlemeye özen gösteriyorlar ama dünyanın çıkarcı, iktidar düşkünü gürültüsü içinde, o kakofoni içinde kimi zaman bu hikâyeler duyulmaz oluyor.
Kitaptaki bir öykünüz, kendi derdine bir başka öykünüzde derman buluyor gibi. “Gizli Bahçe”den bahsedeyim mesela. Öyküde bir inek ve boğanın kaçışını anlatırken ” Sevgi, zamanın önünden koşuyordu.” diyorsunuz. Kitabın ilk öyküsündeki hafıza meselesine gelirsek, sevgi, hafızanın yakıtı olabilir, diyebilir miyiz?
Sevgi... Bu bir klişeye dönmüş gibi olabilir. Artık dünyayı anlamadığı için farklı sığınak arayanların kaçış kelimesine dönüştü. Bir anlamda içi boşaldı. Oysa en sıkıntılı zamanlarımızda yine dönüp dolaşıp sığındığımız bir liman o kelime. Sevgi... Hem içini boşaltıyoruz hem de en sıkıntılı günlerimizde Münir Özkul’la Adile Naşit’in filmlerindeki sevgiye sığınıyoruz. O saf sevgiden medet umuyoruz.
RUH İKİZİ OLUP BİRBİRİMİZİN RUHUNU ANLAMAMAK
“Bir Yabancı”da öykü karakteri arkadaşlığa çok da inanmadığını belirtiyor. Sizce arkadaşlık bir illüzyon mu?
Değil ama arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bütün bu klişeler evreninde anlamlarını yitirmeye başladı. İçi boşaltıldı. Dünyanın meselleri, dertleri tüm bu kavramların önüne geçiyor artık. Belki de son on yılın tanımıyla; tüm insanlar birbirinin “ruh ikizi” olup birbirinin ruhunu anlamamaya başladı. Arkadaşlık zordur ama iyidir. Yaşım ilerledikçe dünya bize bir sürü dert fısıldadıkça arkadaşlık benim için daha uzak olmaya başladı. Hâlâ bir yerlerde insanların arkadaşlarına olduğuna inanıyorum. En azından benim ciltlerce arkadaşım var.