Altı sene önce bugün uyandığımız sabahı düşünmeden edemiyorum bir süredir. Kimse bize “her şey çok güzel olacak” dememişti henüz. Ama uzun yıllardır ilk kez içimizde bir ümit ışığı yanmıştı. Pek çoğumuz için gençlik yıllarımızı, yirmili, otuzlu, kırklı yaşlarımızı gitgide derinleşen bir ümitsizliğe sürüklerken her geçen gün daha da fütursuzca hareket etme gücünü kendinde bulan AKP iktidarının, eğer biz istersek geldiği gibi gidebileceğinin somut, elle tutulur-gözle görülür ilk işareti 7 Haziran’ı 8 Haziran’a bağlayan o gece sandıklar açıldığında ortaya çıkmıştı. O gece, partisi sandıktan birinci çıkmasına rağmen tek başına hükümeti kuracak oy oranına erişemeyen Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun bir balkon konuşması yapıp yapmayacağı merakla bekleniyordu. Seçimden yaklaşık bir ay önce, Kocaeli mitinginde konuşan HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Sana balkon konuşması yaptırmayacağız” diye seslenmişti Cumhurbaşkanı’na. O gece balkon konuşmasını başbakan sıfatıyla Ahmet Davutoğlu yaptı, uzunca bir bekleyişin ardından Cumhurbaşkanı’ndan gelen talimatla balkona çıktığı söyleniyordu. Nihayet çıktığı balkonda, uğradıkları hayal kırıklığıyla evlerine kapanan AKP seçmeninin yerine alelacele toparlanıp Genel Merkez’in önüne getirilen Sincan ve Keçiören teşkilatlarından elemanlara, belediye çalışanlarına hitap etti. O gece Davutoğlu, konuşmasına AKP Genel Merkezi’nin balkonunu bir “demokrasi mekanı” yaptığını söylediği Cumhurbaşkanı’na selam yollayarak başladı.
Oysa bizlerin uyandığı 8 Haziran sabahında, demokrasinin mekanının AKP Genel Merkezi’nde partili milletvekillerinin fotoğrafa başbakanın arkasında girmek için itiştiği balkon olmadığını biliyorduk. O sabah ve gün boyu halaylar çektiğimiz, türküler söylediğimiz meydanlardı demokrasi mekanları. Birbirinden farklı düşünen, farklı yaşayan onca insanın aynı özlemle, barış, kardeşlik, eşitlik ümidiyle, kimsenin kimseyi aşağılamadığı, kimsenin görünüşünden, giyinişinden, konuştuğu dilden, söylediği türküden, yaşam tarzından, inancından ve dünya görüşünden dolayı baskı görmediği, hakarete uğramadığı bir yaşamın mümkün olabileceğine dair inancımızın filizlendiği yer neresiyse oradaydı… Sonradan yaşananlar, 7 Haziran ve 1 Kasım arasındaki o şiddet ortamı, bile isteye tırmandırılan milliyetçi hamaset, ardı ardına patlayan bombalar, -hani İçişleri Bakanı’nın sanki kendi partisinin iktidarında değil de, eski Türkiye dedikleri yerde, uzak bir geçmişte yaşanmış gibi ve gururla benden önce korkudan AVM’ye gidemiyordunuz dediği o günler- o balkonun 7 Haziran’dan önce de bir demokrasi mekanı olmadığının, bundan sonra da olamayacağının işaretiydi.
Üzerinden 6 yıl geçtikten sonra bugün uyandığımız 8 Haziran sabahında ise, suç örgütü liderinin iddialarıyla -o da bizlere ne kadarını bahşettiyse o kadarıyla- ortaya saçılan kirli ilişkiler ağı, sadece bu tür şeyleri anca “bu da çok abartılı olmuş” diyerek izlediğimiz yerli mafya dizilerinde görebilecek, tahayyül gücü yettiği kadar olan biz sıradan insanlar, neredeyse yirmi yıldır bize tepeden bakan o balkonun koca bir yalandan ibaret olduğunu bir kez daha görüyoruz. Ciddiye alıp da soruşturma açan olmadığına göre, ne kadarının doğru ne kadarının yalan olduğunu bilemeyeceğimiz, ancak kimse aksine dair bir kanıt da sunmadığı için, hep aklımızın bir kenarında “acaba” diye asılı kalmaya mecbur bu iddiaların birazcığı bile normal zamanda, normal bir ülkede hükümeti istifaya götürecek büyük bir skandal yaratırdı: Seçim zamanlarında otomobillerin bagajlarına bırakılan para dolu bavullar, mafyanın talimatıyla adaylar hakkında yayından kaldırtılan haberler, seçmene iktidar partisine oy vereceğine dair baskıyla yemin ettirmeler… Amiral gemisini karşılığı ödenmeyecek krediyle ucuza kapatmak için suç örgütü liderinden alınan yardımla gazete basmalar… Faili meçhul sanılan cinayetlerin failleri ile aynı fotoğraf karesinde mutlu mesut sırıtmalar… Uyuşturucu tacirlerinin ellerini kollarını sallayarak ve hayırsever iş insanı kisvesinde yaptığı kıtalar arası seyahatler; kara para aklama suçlamasıyla aranan bir başka “hayırsever” iş insanını milyonlarca liralık alacağından vazgeçmesi karşılığında bakanlık binasında ağırlamalar; iktidar çeperinde dolanan kaçakçılık, tefecilik, rüşvet suçlarının banalleştiği bir atmosferde, başka bir ülkedeki kanlı savaşın taraflarından birini desteklemek için tırlar dolusu gönderilen silahlar… Gazeteciler, yargı mensupları, bürokratlar, bakanlar ve milletvekillerinin ve evlatlarının adlarının geçtiği acayip ilişkiler…
Bu videolardaki iddialar ortalık yere saçıldığı günden beri, adeta tiksintiyle takip edip olup biteni anlamaya çalışanlar kaç kişiyiz? Belki çok da çabalamaya gerek yok. Bizlerin, yani o balkonda sıraya dizilmek için birbirini itip kakmak yerine meydanlarda birbirlerine sarılanların anlayabileceği işler değil bunlar. Dürüst gazeteciler, yazarlar, siyasetçiler zaman zaman canla başla ve hatta canları ve özgürlükleri pahasına olan biteni açığa çıkarmak için çabalamış olsalar da bunca işin nasıl döndüğüne dair resmin ancak bilmemiz, görmemiz uygun bulunan bir kısmından bir zamanlar yine “hayırsever iş insanı” sıfatıyla bu ilişkiler ağının tam göbeğinde ağırlanan bir suç örgütü liderinin tepesinin tasının atmasıyla haberdar olmadık mı? Bu bana, suç örgütü liderinin bir zamanlar kanlarımızla duş almayı vaat etmesinden çok daha rencide edici geliyor. Bunca yıl, balkondakiler ve ortaklarının karmaşık, kirli ilişkiler ağını mümkün kılmak ve sürdürebilmek adına kurulduğu anlaşılan seçim sandıklarına gidip, bir oy bir oydur düşüncesiyle beni temsil etmeye en yakın gördüğüme oy vermiş olmam sebebiyle yurttaşlık onurumun zedelendiğini hissediyorum. Şimdi, Anamuhalefet Partisi ve ittifak ortakları bize diyorlar ki, “Bırakalım düştükleri çukurda birbirlerini yesinler, nasılsa ilk seçimde gidecekler”. Yani bütün bu olup bitenler karşısında seyre dalıp, bize bir kez daha sandığı adres göstermekten başka bir şey yapmayacaklarını ilan ediyorlar bugün. Belli ki balkon sırasının kendilerine geleceğinden eminler. Oysa biz yurttaşların zedelenen onuru o balkonda değil, birbirimize sarıldığımız meydanda kurtulacak.