Bu yazıyı yazdığım günün sabahı çok sevdiğim belki de şu yaşıma dek en sevdiğim dizinin, Sense8’in film şeklindeki finalini izledim. Dizi hepi topu iki sezon sürdü. Henüz kimse tarafından keşfedilmediği zamanlarda izlediğim ve her bölümünde ağlamak, gülmek, heyecanlanmak –artık ne ararsan- fazlaca duygu seline kapıldığım dizi bu kadar kısa sürünce kahrolmuştum. Görsel, düşünsel ve de duygusal olarak klişe deyimle “tam bir şölen” diyebileceğimiz dizinin iki sezon sürmesinin sebebi öğrendik ki maliyetinin çok fazla oluşuymuş. Bari bir final filmi yapalım demişler, onu da yeni izlemek kısmet oldu. Yine günü şenlendirdi, türlü düşüncelere sevk etti, bolca da ağlattı. Sonradan düşündüm; iyi ki de uzamamış. Uzasaydı kuvvetle muhtemel tadı kaçardı ve aklımızda şimdiki kadar güzel kalmazdı. Bana sorarsanız maliyet de bahaneydi. Zira, böylesine derinlikli bir dizi ortaya koyan kişiler, muhtemelen diziyi bilhassa uzatmamayı tercih edecek kadar da bilinçlilerdi. Dizi sonradan “patladı” ve maliyet her halükarda teferruattan ibaret kaldı.
Filmin ardından, siyasetin soğuk yüzünden ne kadar sıkıldığımızı, acı çekmekten etimizin uyuştuğunu, korkudan, baskıdan, ayrışmadan öylesine tiksindiğimizi, artık bunlardan bahsetmek dahi istemediğimizi, kimsenin de bir süre bu tarz koca koca cümleler duymak istemediğini düşündüm durdum. En yakınımızdakilere sarılıp, kavgayı, çekişmeyi bir kenara bırakıp mümkünse ‘sevgi pıtırcığı’ olmamız gerektiğini, bunun ruhumuza iyi geleceğini düşündüm. Filmin sonundaki düğün sahnesinde birinin diğerine söylediği şeyler de bu düşünceler gibiydi: “Bizler duygulara güvenmeyen bir dünyada yaşıyoruz. Bize sürekli duyguların çocukça, sorumsuz ve tehlikeli olduğu, mantık kadar önemli olmadığı söyleniyor. Onları görmezden gelmeyi, kontrol ve inkar etmeyi öğreniyoruz. Onların ne olduklarını, nereden geldiklerini ve bizi bizden nasıl daha iyi anladıklarını anlamıyoruz bile. Ama ben biliyorum ki duygular önemli.”
Şom ağzımı açmak istemem ama tüm ülkeyi telef eden seçim sürecinin ardından, hak edenin hakkını almasının ve yazın da etkisiyle insanlar birazcık, mini minnacık sakinleştiler. İnsanların yüzüne azıcık, bir miktarcık kan geldi. Ama elbette birilerinin ağzı halen durmuyor. Ve birilerinin yaydığı nefret zaman zaman bazı insanların çirkinlikleriyle kendini kusuyor. Yani nefret tohumları boy veriyor, sevgisiz bir ailede büyüyen çocuklar gibi.
Hamile bir kadının ve eşinin arabalarındayken yol verme gerekçesiyle uğradıkları saldırı örneğin. Görüntüleri aklınıza getirin. Saldırganlar -ilkel canlılar gibi diyeceğim ama evrimini tamamlamamış canlılara haksızlık etmek istemiyorum, çünkü doğa içinde vahşet barındırsa da kötü niyet barındırmaz- arabanın üzerinde tepiniyorlardı. Arabanın içinde hamile kadın olduğu söyleniyor fakat onlar duymalarına rağmen durmuyorlardı. Korku filmi gibi. En son sanırım, Kılıçdaroğlu’na linç girişiminde buna benzer bir duygu yaşamıştım.
Duygu... Duygular bizi birleştiriyor. Eğer bu duygular olumlu ise, ortaya bir başarı da çıkıyor. Ekrem İmamoğlu, yalnızca hümanist biri olduğu için sevgiden bahsetmedi, sevginin dönüştürücü gücünün bilgisine sahipti. Aslında tarih boyunca tüm başarılı ve tarihte olumlu iz bırakmış liderlere bakın, hepsinin sırrının “sevgi” olduğunu görürsünüz. Tıpkı filmde denilen gibi; duyguları küçümsememek gerekiyor; çünkü gerçekten önemli ve etkin. Her ne kadar siyaset konuşmaktan bıkmış isek de, şu hayatta her şey politik diye boşuna demiyoruz. Politikanın yani siyaset felsefesinin dibinde bir yerlerde de duygular var bana sorarsanız. Belki de biraz bunun üzerine düşünmemiz gerekiyordur. Belki siyasette samimiyet buradan bir yerden geçiyordur.
Makineleşen ve donuklaşan şu çağda, insanlar huzurlu bir yaşam için duygularına kaçmaya başladılar. Herkes bir yerlerde bir şekilde kendini arıyor. Kimi yogaya sarılıyor kimi tasavvufa, kimi bitki besliyor kimi hayvan, kimi denize salıyor kendini kimi toprağa… Bir şekilde doğaya sığınıyor herkes. Kimse artık beylik vaatlerden, mantıksal taktiklerden etkilenmiyor. İnsan doğanın elinden kayıp gittiğini içten içe hissediyor. Ve dediğimiz gibi doğa içinde kötülük barındırmaz, dolayısıyla insan da kötüleri yavaş da olsa eliyor, eliyor…
Habere dönecek olursak, saldırganların Seydioğlu Baklava’nın sahipleri Hasan-Hüseyin Sel oldukları ve saldırganların silahlı oldukları ortaya çıktı. Hatta, saldırganlardan birinin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile olan fotoğrafı oldukça yorumlandı. İnsanlar bu fotoğrafa şaşırmadılar. İnsanların, yol verme hadisesi sebebiyle hamile bir kadına dehşet anları yaşatacak kadar kalbi kararmış bu saldırganların bir İçişleri Bakanı'na duyduğu sevgiyi “normal” karşılamalarında aslında bir tuhaflık var. Hem de hiç hoş olmayan bir tuhaflık. Siyaset duyguları da örgütlüyor. Ya da tam tersi.
“Jimmy’s Hall” diye bir Ken Loach filmi izlemiştim uzun süre önce. “Özgürlük Dansı” diye çevrildi Türkçe’ye. Amerika’ya sürgün edilen bir İrlandalı devrimcinin ülkesine döndüğünde yaşadıklarını anlatıyordu. Yukarıdaki haber vesilesiyle siyaset-duygu ilişkisi üzerine düşünürken bu filmdeki bir günah çıkarma sahnesi geldi aklıma. Hayli etkileyici o diyaloğu paylaşmak isterim sizlerle:
- Günahlarım için beni affet Peder. Son günah çıkarmamdan bu yana 25 yıldan fazla zaman geçti. Yalanlar söyleyen, nefreti kışkırtan ve silahlı kuvvetleri cesaretlendirerek masum hayatları tehlikeye atan kürsüye çok yakın riyakarlara ne yapmak gerektiği konusunda tavsiyenizi alacaktım.
- Sen neyden bahsediyorsun?
- Kendini tüm bilgilerin membası sayıp da bu insanları destekleyen, görmezden gelen ve batıl inançlardan başka bir şey yapmayanların gururları hakkında tavsiyenizi almak istiyorum.
- Günah çıkarmak mı istiyorsun?
- Ve bunlar içimizdeki iyilikleri, hayal gücünü, espri anlayışımızı lanetlenme tehdidiyle yok edenler. Ama en kötüsü de kalplerinde bunca zehir olanlar, herkesi kontrol edemedikleri için sefil halleriyle ruhumuzu öldürmeye çalışanlardır.
- Gralton, bu yaptığın kutsal olana saygısızlık.
- Hayır, sana asıl kutsal olana saygısızlığı söyleyeyim Yüce Peder: Kalbinde sevgiden çok nefret olması.
Nefret siyasetini o kadar güzel özetlemişti ki bu sahne, aklımda kalmış.
Fakat iyi haber şu ki; sevgi ve iyilik karşısında nefretin ve kötülüğün her daim eli ayağına dolaşıyor. Sevginin gücü de burada yatıyor zaten.
Demokrasinin de bu konuyla epey bir ilgisi var.
Önümüzdeki yıllarda hem ülke hem de dünya siyasetinde sevgi ve duygu dili belirleyici olacak gibi görünüyor. Hem kendi sağlığımız hem de toplum sağlığı açısından bu konu üzerine kolektif düşünmekte fayda var.