“Bizim halkımız devamlı bir bekleme içindedir. Aldatıcı bir umudu anlatmak istedim” der Yılmaz Güney efsane “Umut” filmi için ve devam eder: “Umut bizim hayatımızın bir parçasıdır. Ayağı yere basan bir insan, boş şeyleri hayal edip umutlanmaz. Toplum belli bir düzeye ulaştığı zaman insanlarda hayale dayanan umutlar kalkar. Umut düzen bozukluğunun bir simgesidir.”
Reel siyaset dediğimiz zamazingo, geleceğe dair umut vaat etmek üzerine kuruludur. Vaatlerde bulunup, iktidara gelince de unutma “sanatı”dır. Barış talebinden, ekonominin düzlüğe çıkmasına, emeklilikte yaşa takılanlardan, öğretmen atamalarına kadar birçok konu, seçmenlere gelecek umudu olarak pompalanır. Genelde orta ve uzun vadeli vaatler risksizdir, malum toplumsal hafıza, balık hafızası düzeyindedir. Ancak iktidar, şayet uzak gelecek vaatlerini de tüketmişse, bu durumda daha kısa vadeler devreye girer: “Aralık, kasımdan, ocak aralıktan, şubat ocaktan daha iyi olacaktır. Dediğimizden çok daha iyi noktaya geldik. Mart-nisan-mayıs çok daha iyi performansın sergilendiği dönem olacak”larla geçer günler, krizler atlatılır. Enerji keşif müjdelerinin bir kez daha gelmesinin eli kulağındadır. Beklerken bizden elektrik zamlarına itiraz etmememiz beklenir, az dayanırsak, birazdan bedava olacaktır falan filan…
Bu umut tacirliğinin işe yaramadığı durumlarda B planı devreye girer. Bunun da formülasyonu Demirel’den alınır, açıkça dile getirilmese de, pratikte ünlü retorik kralının şiarı her daim benimsenmiştir: “Dün dündür bugün bugündür, sen umudunu kaybetme yeter ki şekerim.”
Örnekleri biraz daha çoğaltalım… Sağlık Bakanı’nın her gün yaptığı açıklamaların bomboş bir umut pompalaması olduğunu, “vaka” sayılarında manipülasyon yapıldığını geç de olsa anladık. 1 Haziran’da pandeminin bittiği konusunda bayağı “umutlanmıştık” oysa ki. Ülkede maden ruhsatı verilmemiş kaç orman var bilmiyoruz ama Orman Bakanlığı “Geleceğe Nefes” kampanyası ile 83 milyon fidan dikmeyi hedefliyor. Bizden de yine ve yine gelecek hayali kurmamızı istiyorlar, “şimdi nefes alamıyorsun eyvallah ama gelecekte alacaksın” itirafında bulunuyorlar. Oysa geleceği geçtim, dün ve bugün, Kaz Dağları’nda madenler için, Kuzey Ormanları’nda yollar, viyadükler, köprüler için kaç milyon ağaç kesildiği konusunda en ufak bir fikrimiz yok. Diyor ki büyüklerimiz “olan olmuş artık, sen geç onları, geleceğe nefes ver, fidan dikelim de kesilenlerin yerine koyalım, işte daaa ne istiyosun?”
Muhalefet açısından da durum elbette farklı değil. Sürekli “Bu sefer gidecekler valla, ama bu sır bak ona göre” falan gibi mesajlarla umudumuzu taze tutuyorlar, üstelik “her şey çok güzel olacak” zaten. 18 yıldır bir santim gitmedikleri halde, bizler her an gitme ihtimallerini seviyoruz, gönüllüce satın alıyoruz bu umut hiçliklerini.
Özetle yoğun bir umut bombardımanı arasında kirlendik, çok kirlendik. 4 büyük futbol takımının her sene “bu yıl kesin şampiyon olacağız” diyerek milyonlarca taraftarın gözünü boyaması ve plansızlık, düzensizlik, ilkel yönetim anlayışı sonucunda bütün takımların iflasın eşiğine gelmesi misali bir durumla karşı karşıyayız.
Bu nedenle artık boş umut hamasetine karnımızın tok olması gerekiyor. Sadece geçen hafta; 3 yaşında bir çocuk tecavüz sonucu öldürülmüş, koca bir kent yanmış, sağımız solumuz savaş geriliminden geçilmezken, ekonomimiz çökmüş, pandeminin bize ne getirdiğini ve ne getireceğini bilemezken, salak saçma “dayanın az kaldı güzel günlere” söylemi küstah bir propagandadan ibarettir. Temel referansını dinsel motiflerden alan kof hamasettir, buyrunuz 3 gün önceki Cuma hutbesine bakalım: "İçinde yaşadığımız bu aziz milletin ve bu müstesna toplumun değerini bilelim. Sevinci ve kederi, varlığı ve yokluğu paylaşalım.” Peki aslanım, geçtiğimiz hafta 9,5 milyar vergi istisnası verdiğiniz Kalyon İnşaat “varlığını” paylaşmasın ama biz maaş “yokluğumuzu” paylaşalım öyle mi?
Aslında dibin dibindeyiz, durumlar gayet boktan, bu acı gerçeği kabul ve idrak etmekle başlayalım işe. Öyle işkembeden atmakla ilk seçimde gitmiyorlar işte, gördük, görüyoruz. Bunu kabullenmek kolay değil elbette, çünkü insan yapısı itibariyle kötüyü kabullenmek istemez. Oysa beyhude, içi boşaltılmış, rasyonellikten uzak umut tacirliği, bu sömürü sisteminin tıkır tıkır işlemesini sağlıyor. Umut vaatçiliği, iktidarıyla-muhalefetiyle gazımızın alınmasından başka işe yaramıyor. Gelecekte beklentisiyle evcilleştirdiler bizi. “Bu seçim Cumhuriyet tarihinin en hayati seçimi” yalanıyla kandırdılar. Böyle giderse muhtemelen hiç gelmeyecek güzel günlerin hülyasıyla uyuttular bizi, uykumuzdan uyanınca yine gazozumuza “umut” uyuşturucusu koydular. Daha fazla beklemeye tahammülümüz de olmadığı, “şarkı dinlemek değil, bir an evvel şarkı söylemek istediğimiz için” sürekli o umuda sarıldık.
Nietzsche’nin “umut en büyük kötülüktür, işkenceyi uzatır” demesi gibi saçma bir umut kavramı, gerçekleri görmemizin, her şeyi yeniden tanımlamamızın, kurgulamamızın önündeki en büyük engel aslında. Her şeye yeniden başlayacak bir Türkiye tasarımı, öncelikle umutsuz durumda olduğumuz gerçeğini kabul etmekle başlayacak. Zaten yeterince zaman kaybettiğimizin bilinciyle, yepyeni, rasyonel yöntemlerle mücadeleye başlamaktan daha başka büyük umut olur mu? Yılmaz Güney’in dediği gibi, “ayağı yere basan” bir umut için önce bize zikredilen bu gelecek hülyası ve umut şakşakçılığına son vermeliyiz. Aksi takdirde alkışlara kanmaya devam edersek gerçeklerden çok daha fazla uzaklaşacağız. Gerçeklerden uzaklaştıkça toplumsal depresyonumuz da derinleşiyor, gencecik insanlarımızı kaybediyoruz. 18 yaşında hayatına son veren Faruk Celep’i, buna iten temel gerekçe, aslında içi boş bir “umut” hamasetinin onda yarattığı “umutsuzluk” olabilir mi? Bunca umut tacirliği arasında gençlerine işsizlik ve hiçlikten başka bir şey vaat edemeyen bu sistemi yeniden sorgulamaya, öncelikle “aman sakın umudunu kaybetme” dememekle başlamak gerekiyor. Çünkü dibin dibinden ancak gerçekleri kabul ederek, sıfırdan başlama umuduyla çıkabiliriz. Bu yazıyı hâlâ içiniz şişmeden okumaya devam ediyorsanız, benim gelecek “umudum” da işte budur: Duygulardan arındırılmış, ayağı yere basan, rasyonel gelecek için bize dayatılan “umut” bombardımanını yıkarak, yeni ve yeniden umutlanmaya başlayabiliriz… Belki de 52 yıl sonra “Gerçekçi olma ve imkansızı isteme zamanımız” gelmiştir.
Son olarak Faruk’un hepimizin içini tokat gibi acıtması gereken, sağlam bir sistem eleştrisi yaptığı veda mektubunun şu bölümünü defalarca okumanız dileğiyle: “Merak ediyorum neden kimse bana değerli olduğumu hissettirmiyor? Neden kimse beni sevmiyor? Milyarlarca insan olmasına rağmen neden kendimi bu dünyada yalnız ve değersiz hissediyorum? Biraz daha eğlenceli, daha yakışıklı, daha çalışkan mı olmam gerek. Hayat bunları istiyor. Benim bunları karşılayacak ne gücüm ne de umudum var.”