Geçen haftalarda yaşanan birkaç saatlik Facebook, WhatsApp ve
Instagram kesintisinde beraberce Twitter’da bir öfori çukuruna
düşmüştük hatırlarsanız. Öfori “aşırı coşku” gibi bir anlama gelse
de pek hafif bir kavram değil. Sevinç “şimdi”ye ait belki de tek
duyguyken öforide ağır bir bagaj var. Şölenden çok cenaze
sonrasının, çok uzun çalışma saatlerinden sonra iflas yerine isyan
bayrağını çeken bedenin duygusu gibi geliyor. Felaket anlarından
sonra yaşama bir köprü uzatmak için patlayıveren mizah.
Büyüklerimiz “sinirimden gülüyorum,” derdi, ona da benziyor.
Sonraki darbenin nereden geleceğini kestiremeyen ama yere de
kapaklanmayan anti kahramanın gülüşü. Biraz tekinsiz ama pes
etmeyen neşe!
Yaşama hevesi, bulduğu her çatlaktan sızacak kadar güçlü ve
insan hayata en çok mizah yoluyla katlanabiliyor. O nedenle son
yıllarda irili ufaklı tüm felaketleri hızla şakaya çevirme
becerimiz çok arttı. Ülke batıyor gülüyoruz çünkü uzun zamandır
batıyor ve daha ne kadar batacağını, ne zaman ve “nereden”
çıkacağını bilemiyoruz. Dolar çıkıyor, çıkıyor, çıkıyor. Asgari
ücret günde 10 dolar bile değil bu satırları yazdığım dakikalarda.
Nasıl çıkacağız bunca zorluktan? Gülmeyelim de taşa mı dönelim?
Son iki haftadır, ülkenin muntazaman sağladığı tüm dertlenme
olanaklarının üstüne bir de Duvar’ımız müthiş bir sarsıntı
geçirdiği için üzgünüm. Sevgili genel yayın yönetmenimiz Ali Duran
Topuz 13 Ekim gecesi attığı bir tweetle Duvar’dan ayrıldığını
bildirdi. Hemen akabinde de pek çok yazarımız, sosyal medyadan ya
da yazıları aracılığıyla istifa ettiğini duyurdu. Bir “editoryal
bağımsızlık” meselesinden bahsediliyor ve burada yazan herkes için
bu herhalde hayati önemde. Bunları, burayı takip eden az çok herkes
biliyordur. Yine de ayrılanlar ve kalanlar dâhil hiç kimse tam da
ne olduğunu bilmiyor hâlâ.
Bu çok Türkiye’ye özgü hali kendi gözümden anlatmaya
çalışacağım. Böyle bir konuda konuşmak ya da yazmak, beş yıldır pek
çok kişinin emek verdiği bir gazetenin bir parçası olarak çok zor
ama bunu denemek zorundayım. Tabiatım böyle. Düzenli okuyanlar epey
açık sözlü olduğumu bilir. Aslında istersem kendimi tutabiliyorum.
Ama tamamen profesyonelliğin alanına girmeyen hiçbir konuda pek
yap(a)mıyorum bunu. Yaptığım anda benim için büyü biraz bozuluyor,
ben ben olmuyorum, ben olamadığım yeriyse fazla sevmiyorum.
Duvar bir gazeteden çok daha fazlası. Bu ülkeyle, bir uçurumdan
aşağı gözler tamamen açıkken yavaş yavaş yuvarlanmayı andıran
toksik sevgi/nefret ilişkimizde gerçek bir nefes alanı yıllardır.
İnsan üzülmez mi? Gidenler de çok üzülmüş olmalı. Ben gidemedim.
Çok ciddi ve net bir hak ihlali söz konusu değilse hiçbir zaman
toplu harekete hızla katılabilen biri de olamadım. Şükür kimse de
benden bunu beklemiyor. Karakterimin, karmaşık meşguliyetlerimin ve
hatta sağ olsun ailemin de öncelikle ben olmama izin veren manevi
desteğiyle (bu önemlidir) kendimi dünyada tamamen “top bende”
hissetmeden göreli bir bağımsız duruşu hep koruyabildim. Hiç de
kulağa geldiği gibi konforlu bir duruş değil ama bazılarımız için
bu mümkün tek duruştur. Başka türlü boğulurdum.
Tabii birilerinin benim gibi kalabilmesi için birilerinin de çok
daha örgütlü ve “omuz omuza” bir duruşu, bazen de çok hızlı,
sergileyebilmeleri gerekiyor. Beni düşündüren tek şey, çok hızlı
gelişen tepkilerin değerli şeyleri yitirmeden önceki müzakere
olasılığını neredeyse sıfıra indirmesi.
Giden herkes bir biçimde “Ali Topuz yoksa ben de yokum,” dedi.
Ali Topuz’un gitme nedenlerinde haklı olduğunu, ayrıca asla salt
kendini de düşünerek hareket etmeyecek biri olduğunu biliyorum.
Duvar’ı Duvar yapan, yazarından editörüne, muhabirine hem çok
zengin hem de özverili bir kadroyu bir araya getiren, bugüne kadar
da bir arada tutan başlıca unsurun Ali Topuz olduğunu tartışmam
bile. Ama bunca güzel kurulmuş bir yapının (en önemli tuğla bile
olsa) bir tuğla çekilince patır patır yıkılmasını anlayamadım. Şu
şüpheye kapılmadan da edemedim: Bu kadar hızlı ayrılmanın arkasında
herhalde biraz da, bizde hep olan, tek kişiye, bir adama, babaya,
abiye güvenme meselesi var. O artık orada olmadığında ya da
olamadığında ne yapacağını bilememe haliyle karışık bir ortak
tavırdan ırak düşmeme kaygısı etkili olmuş olabilir. Bu bile
anlaşılır. Siyaseten öyle karışık bir ülkeyiz ki “muhalif” dediğin
bin bir farklı anlama geliyor bizde. Bunu bir Avrupalı’ya anlatmak
zor mesela. Biz ne kadar ilkelere bağlı olursak olalım kurumları
kişiler bir arada tutuyor gibi görünüyor. (Gerçi bir yapı beş
yıldır ayaktaysa o “kişiler”e biz de dâhil olmalıyız.) Bunun
dışında “ahde vefa” duygusal olduğu kadar politik de bir
kavram.
Yine de, şu da var galiba: Güzellik o kadar zor üretilen bir şey
ki ondaki payımızı kavrayamadığımız gibi arkasında durmaya da
çekiniyoruz. Ya “babamız” artık yokken beceremezsek? Baştan kabul
hayal kırıklığı riskini mi azaltıyor, nedir…
Herkesin birbiriyle bir biçimde konuştuğu ama gerçek nedenlerin
asla konuşulamadığı, konuların hep etrafından dolanılan bir
tarafımız da var. Hal böyle ve bu kadar karmaşıkken, ülke deseninin
çok üstüne çıkabilmiş bir mecranın beklenmedik bir sarsıntıda ülke
ayarlarına dönmesinin psikolojik boyutlarını daha uzunca deşmek
şimdi beni de aşar. Kafama takılanları yazıyorum, “acaba payı var
mıdır?” diye. Bunları yazarken de bu babalık rolünü Ali Topuz’un
önerdiğini varsaymıyorum bile. Aksine biz onun elinden uzunca bir
süre çekip gitme hakkını almış olabiliriz, belki hiç farkında
olmadan.
Ali Topuz’u dinledik ve dinledim, Vedat Zencir’in açıklamalarını
okuduk, onu da ayrıca dinledim. İkisinden çok daha kısa bir süre
karşılaşma fırsatı bulabilmiş olsam da Ömer Araz’ı da anayım
burada. Üçü de tanıyabildiğim kadarıyla ülke ortalamasının çok
üstünde, iyi ve zarif insanlar. İşin psikolojik varsayım
boyutundan, esasa, sorunların nedeni olarak altı çizilen “editoryal
bağımsızlık” meselesine gelirsek… Bu elbette şahsi çözümsüzlüklerin
ötesinde, yazarları ve çalışanları kaygılandırabilecek önemli bir
mesele. Ama ben bunca açıklamaya, dinlemeye rağmen hâlâ mevzunun
tam ne olduğunu anlayamadım. Anlayan var mıdır, onu da bilmiyorum.
Okurların da anlaması mümkün değil öyleyse. Bu kadar zor bir ülkede
ve ayrıca temelde bir erkekler dünyasında yaşamasak, tüm bunların
aslında çözülebilecek meseleler olduğunu, yoğun bir iletişimsizlik
sonucu bu noktalara geldiğini düşünmeden edemiyor insan.
Benim baktığım yerden, bu hikâyede bir “kötü adam” yok. Böyle
bir mecrayı ülkenin bugünkü koşullarında yürütmek hiç kolay bir iş
değil ve keşke üç erkek, sorunları buralara gelmeden
çözebilselerdi. Fakat hem mesleklerinde hem de kendi başlarına ne
denli “iyi, hoş” olurlarsa olsunlar ben erkeklerin girift ve yer
yer de muhakkak şahsileşen bir iletişim problemini çözebildiklerini
şu ana dek görmüş değilim. Keşke başka türlü önlemler alınsaymış,
mesela bir yayın kurulu belki bir şeyleri çözebilirmiş, tüm bunlar
çok daha önce ve bizleri de dâhil ederek masaya yatırılsaymış diye
düşünmeden edemiyorum. Belki de yanılıyorumdur. İçeriden de olsam
hâlâ “dışarıdan” geniş geniş konuşmaktan ve yanlış bir söz etmekten
de çekiniyorum. Korku/kaygı değil, çekincemin nedeni, başta Ali
Topuz, sözü geçen herkesin benim açımdan saygıya ve sevgiye
fazlasıyla değer insanlar olmaları.
Bu aşamadan sonra hâlâ bir şeylerin geri döndürülebilir olmasını
diliyorum. Olamıyorsa da Duvar’ın var olan çizgisinde hayatta
kalmasını diliyorum. Şu ana dek katkıda bulunan herkesin emeği,
hâlâ canla başla çalışan “mutfak” ve bunca zaman bize eşlik etmiş
olan sevgili okurlarımız için. Ayrılan bütün yazar arkadaşlarımı
çok özleyeceğim, gözüm her gün yazılarını arıyor. Hiçbirinin
ikamesi yok bence, böyle bir toplamın da, çok zor. Ben şimdilik,
çok tuhaf durumlar gelişmezse buradayım. Son bir yıldır elde
olmayan nedenlerle aksamalar oluyordu, artık bana ayrılan gün olan
salıyı da mümkün olduğunca tutturmaya çalışacağım.
Bu yazı burada yayınlanabildiğine göre bilin ki burası şu
an/hâlâ gölgesinde soluklanabileceğimiz bir Duvar’dır. Ya da öyle
olduğunu umuyorumdur. Bu göründüğünden daha duygusal yazıyı sevgili
Ali Topuz’a adıyorum. Genel yayın yönetmenliği kadar müthiş
yazılarını da özleyeceğim. Duvar’ın benim hayatımdaki yeri çok
özel, kendimi cidden ve memnuniyetle ait hissettiğim başlıca
yerlerden biri burası oldu. Buna katkısına sonsuza dek minnettar
olacağım. Haftaya görüşmek ve Duvar’ın çökmesini beraberce
önleyebilmek dileğiyle.