Bir süredir, hapishaneler gerçekte suç olmayan bir işten dolayı aylarca, yıllarca boş yere hapiste yatanlarla dolu. Bir sosyal medya paylaşımından, yaptığı bir haberden, attığı bir imzadan, katıldığı bir basın açıklamasından, toplantıdan, bir protesto gösterisinden, meclis kürsüsünde yaptığı bir konuşmadan dolayı gözaltına alınan, tutuklanan, hüküm giyen binlerce insan. Kimileri şu ya da bu pazarlıkların ardından veya tutukluluğun bu şekilde devam ettirilmesi artık bir fayda sağlamadığından bir süre sonra serbest bırakılıyor. Bazıları ise bir davadan beraat edince bir başka soruşturmayla yeniden tutuklanıyor.
Kimilerinin alenen suç işleme özgürlüğü ise iktidar eliyle güvenceye alınmış durumda. Yaptıkları için cezalandırılmayacaklarını biliyorlar. Belki çok göze batar, üzerinde çok konuşulursa şöyle birkaç gün misafir ediliyorlar. Sonra göğüslerini gere gere, bir kahraman edasıyla çıkıveriyorlar dışarı. Haklarında güzellemeler yazılıyor, nice mağdur edildiklerinden dem vuruluyor. Geçtiğimiz yıl, bir şehit cenazesi için gittiği Çubuk’ta yaşanan linç girişiminde Kemal Kılıçdaroğlu’na yumruk atan “birilerinin Osman Amcası”nı hatırlayın. Hakkındaki adli kontrol kararı nedeniyle ne kadar mağdur edildiğinden dem vuruyordu birkaç ay önce. “Adalet beni mağdur etti” diyerek sitemkâr. Bir de suç işlemeyi meslek edinenler var. Hakkındaki her suçlamadan kolayca aklanabilen çete lideri, barış akademisyenlerinin kanlarında banyo yapmaktan -yargı kararıyla ifade özgürlüğü kapsamında- söz edebiliyor ya da miting meydanlarında iktidara ölümüne destek yeminleri edebiliyor örneğin. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Dünyanın konuştuğu rüşvet skandalının baş aktörlerinden biriyken geçenlerde büyükelçi olanı bile var.
Yıllardır iktidar tarafından Avrupa’dan gelecek her türlü demokratikleşme baskısı karşısında bir şantaj unsuru ve dış politika hamlesi olarak kullanılan, başka bir ülkenin topraklarında yapılacak TOKİ projelerine ve nüfus mühendisliği çalışmalarına araç edilen mülteciler, nihayet koyun pazarlığı istenen şekilde sonuçlanmayınca en yetkili ağızdan dile getirilen “kapıları açıyoruz” sözleriyle serbest bırakıldılar. Devletin maaş bağladığı, iş verdiği, vatandaşlığa aldığı yalanlarıyla beslenen ırkçı hamasetin hedefinde yıllarca yoksulluk, imkânsızlık ve sömürü düzeni içinde var kalmaya çalışan on binlerce mülteci, daha o gece yollara dökülüp sınır kapılarına dayandığında, iktidarın “açarız kapıları” söyleminde ne denli samimi olduğunu göstermek için, televizyon kanalları, haber ajansları sınır kapılarından 24 saat canlı yayın yapmaya başladılar. Yüzlerce mültecinin lastik botlarla denize açılışını canlı yayınlamak için muhabirler sıraya girdiler. Onca işinin içinde kendisine bunu da iş edinmiş olan İçişleri Bakanı, neredeyse saat başı, sınırlardan Avrupa’ya geçen güncel mülteci sayısı vermeye başladı.
Yıllardır mültecilerin ölüm yolculuğunun ardındaki esas kahraman olan insan kaçakçıları da nihayet hak ettiklerini düşündükleri şöhreti ve takdiri kazanabilecekleri bir fırsat olarak değerlendirdikleri bu krizi en iyi biçimde değerlendirebilmek için yollara düştüler. Haber ajanslarına ardı ardına röportajlar vermeye, insan kaçakçılığı mesleğinin inceliklerinden bahsetmeye başladılar. Videoları izlemişsinizdir. Bunlardan biri, kara yoluyla gidip Avrupa’ya bedavaya geçiş yapmaya kalkışanlara kızıyordu: “İki gün sonra geri dönerler, geçemezler. …Bir iki gün içinde de hepsi buraya gelecek”. “Bizim mesleğimiz bu” diye devam ediyordu. “Göçmenlerin yarısını Avrupa’ya ben gönderdim, 20 yıldır bu işi yapıyorum … ekmeğimiz buradan”... Kişi başı 500-600 dolara geçirdiğinden söz ediyor ama hemen ekliyordu: “Çok bir şey değil. Zira malzeme pahalı. Bot İstanbul’dan geliyor”.
Yasalarca suç olması, yatarı çıkarı bir yana -ki 6 yıl yatıp çıktığını da ekliyor- ticari bakımdan riskli bir iş yaptığının da farkındaydı. Eğer göçmenler karşıya geçemezlerse parasını alamadığından söz ediyordu. Mesela İstanbul’dan 2 bin liraya gelen lastik bot azgın dalgaları geçemez de ölü bedenleri sahile vurursa... Ya da sahil güvenlik durdurursa. Tam anlaşılmıyor ama “onlar geçince karşıdan telefon ediyorlar, İstanbul’da dövizden, havaleciden alıyoruz parayı”, diyordu. Dövizci, havaleci, tedarikçi, beş altı kişinin aralarında paylaştıkları para… Bir suç şebekesini tanımlıyordu alenen. Bunca yıl tıkır tıkır işlemiş ve herhangi bir engelle karşılaşmamış bir suç şebekesini… Canlı yayında…
Bir başkası, 7-8 yıldır bu işin içinde olduğunu söyleyen biri, bu “işi” bir gönül işi olarak kabul ettiğinin altını çiziyor; “Son bir göçmen kalana kadar bu işi en güvenli bir şekilde yapmaya devam edeceğiz” diyordu. Bir nevi kamu hizmeti sunduğunu düşünüyor olmalıydı. Küçük bir kazanç karşılığında, ülkemizi bir kişi kalana kadar göçmenlerden temizleme hizmeti… Ölü veya diri.
Bu “gönül adamı”nın söyledikleri arasında, gazetelerin bazıları, manşetlerine “Cumhurbaşkanımızın talimatını duyunca geldim” sözlerini çıkardı. Diğeri de zaten “Reisimiz zaten izin vermiş. Karşıya geçtikten sonra Avrupa'ya gidecekler” demişti “Avrupa’nın yarısını ben gönderdim” diye böbürlenirken. Yani bu “gönül adamları”, TCK 79’da tanımlanan insan kaçakçılığı suçunu alenen işliyorlar, işlemekle kalmıyor, bir de azmettiricileri olarak cumhurbaşkanının adını veriyorlardı. Böyle, göz göre göre…
Hukuk herkese aynı ve eşit biçimde uygulanmadığında hukuk olmaktan çıkıyor maalesef. Ya da mesela, ekranlarda veya Cuma hutbelerinde şehitlik güzellemesi yapılırken bu onur hep yoksul çocuklarına layık görüldüğünde toplumu bir arada tutan adalet bağı zedeleniyor. Erken sayılabilecek yaşta hayatını kaybeden bir hocamız, İLEF’te ders verdiği sıralarda “hukuk değil de guguk” derdi bu duruma. İşte, hukuk hukuk olmaktan çıkıp da guguk olmaya başlayınca, demokratik bir rejimin asgari ilkelerinden söz etmenin de anlamı kalmıyor tabii. Hatta bir süre sonra, herhangi bir rejimden söz etmenin de anlamı kalmıyor. En otoriter rejim bile, kendince bir hukuksallık ile meşrulaştırmaya çalışıyor kendini zira.
Bu uzun girizgahın sebebi, son günlerde başımıza gelen felaketin, yani savaşın, iktidarın varlığını sürdürebilmesinin tek yolu olarak sürekli bir kriz ya da krizler silsilesine muhtaç oluşunun bir sonucu olduğunu düşünmem. Yunan mitolojisindeki Ouroboros, kuyruğunu yiyen yılan misali, kendini yiyerek gücünü tüketen ama aynı zamanda sonsuz bir döngü içinde kendini yeniden üreten bir varlık. Mitolojik simgeselliğinde bir yönüyle sonsuzluk döngüsünü ifade etmesini bir yana bırakalım; kendi kuyruğunu yiyen yılan, gücünü tükettikçe ihtiyaç duyduğu enerjiyi üretemez hale gelecek ve nihayetinde yok olmaya mahkûm olacaktır. Ancak bunu yaparken, yalnızca kendi biyolojik varlığını değil, kendi bekasıyla kaçınılmaz biçimde özdeş olduğunu sandığı için çevresini de beraberinde topyekûn bir yok oluşa sürüklemektedir. Kendi adına, bu döngünün dışına çıkabilmesi artık mümkün değildir. Var kalmak için kendini ve çevresini tüketmekten başka bir yol görememektedir.
İktidarın hukuku, toplumu bir arada tutan adalet duygusunu ve ortak bağları böyle göstere göstere imha etmesinin sebebi, yalnızca yandaşlarını değil, muhaliflerini de kendisinin ortada olmayacağı bir denklemin topyekün bir yok oluş anlamına geleceğine ikna etmek olsa gerek. CHP’si ve İYİP’iyle muhalefet blokunun her savaş çağrısında iktidarın arkasında sıralanması bundan. Belki birkaç bin oy kaybetmemek ya da daha az vatansever görünmemek adına, aslında tehdit altında olanın ulusun değil, bir iktidar blokunun, hatta iktidar bloku içindeki seçkin bir grubun bekası olduğunu açığa vurmakta cılız kalıyorlar her seferinde. İşte bizim felaketimiz, böyle fütursuzca geliyor. Bir yanda, gittikçe tükenen enerjisini yenilemek için sürekli yeni bir krize ihtiyaç duyan ve kendisiyle birlikte çevresindeki her şeyi yok etmeye güdülü bir iktidar; diğer yanda onun kuyruğundan tuttukça yok oluş döngüsünün bir parçası olmaya mahkûm muhalefet.