Düşünce yazılarını çok seviyorum. Fikirlerin çarpışması ve bu sayede yeni düşüncelerin oluşması epey kıymetli ve zenginleştirici.
Hele ki bu düşünce yazıları nitelikli eleştirilere, yaratıcı tartışmalara alan tanıyorsa tadından yenmez bir hale geliyor.
Kimse kimseyle aynı fikirde olmak zorunda değil, hele uzlaşmak zorunda hiç değil. Herkesin düşüncesi kendine özgü sonuçta. Ancak herkes kendi üslubunun sınırlarına dikkat etmek zorunda.
Türkiye’de özellikle son yıllarda nitelikli eleştiriye hasret kaldık. İktidarın tek tipleştirme ve eril politikası düşünce dünyamızda da kendisini gösteriyor.
Geçen ayki yazımda eril dil üzerinde durmuştum.
Muzdarip olduğumuz bu eril dil, kuşkusuz eril tartışmaları doğuruyor. Eril tartışmalar, üretken bir tartışma yürütmeye, zihinsel bir alışverişe engel oluyor.
Birilerinin yazdığı yazılar ardından özellikle sosyal medyada karşı tarafı yok etme motivasyonuyla hareket edilen; yazılıp çizilen konu her neyse onun kişiselleştirildiği ve bu sebeple karşı tarafı karalayıcı, aşağılayıcı ve oldukça öfkeli, saldırgan bir tarzda yanıtlar veriliyor, yorumlar yapılıyor. Derhal bir linç etme mekanizması kuruluyor.
Bu tarz bir iletişimin sürdürebilirliği asla mümkün değildir.
Polemik, eski Yunanca’da polemikôs sözcüğünden türemiş ve “düşmanlık, savaş” anlamına gelen bir sözcükmüş. Biz bu sözcüğü sert tartışmaları ifade etmek için kullanıyoruz. Ancak görünen o ki yanlış bir kullanım şekli bu.
Birtakım köşe yazarlarına, magazin figürlerine baktığımızda polemiğin özellikle bizim ülkemizde oldukça prim yaptığını görüyoruz.
Çok okunuyor, çok izleniyor, çok konuşuluyor.
Peki bu “çokluk” bize gerçekten yeni kapılar açıyor mu? Hadi yenisini boş verin kapı açıyor mu?
Düşünce yazısında daha çok kavramlar ön plandayken, kavramsal bir bakış açısı sağlanmaya çalışılırken; polemik yazılarında kişiler ve olaylar üçgeninde kalıveriyoruz. Derinleşemiyoruz. Düşünce yazıları belli bir mesafeden bakıp durumları analiz ederken, polemik yazıları olayın içinde takılı kalıp kişisel motiflerle bir söz dalaşına zemin hazırlıyor.
Polemik yazılarında daha çok birilerine cevap verme ve üstte kalma telaşının, “lafı nasıl geçiririm” derdinin olduğunu gözlemliyorum. Etkiye tepki var kısacası.
Bu tarz yazılardan “öteki”ni ya da ötekinin fikrini çıkardığınızda ortada elle tutulur bir fikir kalmıyor.
Çünkü bu yazılar diğerinin düşüncesinden besleniyor yani başkasının fikrinden kazanç elde ediyor. Herhangi bir düşünsel emek, özgün bir fikir yok. Hazıra konmak var.
Özellikle iyi düşünce yazılarının arkasında kültürel bir birikim, oldukça yoğun okuma-izleme-yazma deneyimleri varken polemik yazıları daha zeminsiz, daha yüzeysel ve çoğunlukla bir dedi-kodu tonunda ilerliyor. Çünkü genellikle gündemle sınırlı kalıyor. Gündem çok hızlı değişen, akıp giden bir şeydir. Dolayısıyla bu tarz yazıların da bir fast food misali hızlı üretilip, çarçabuk tüketilmesi gerekiyor. Asla doyurucu olmadıkları gibi, açlık hissini çok hızlı bir şekilde tekrar ortaya çıkarıyorlar.
Düşünce yazıları ise kısık ateşte yavaş yavaş pişiyor. Yoğun bir emek ve zaman istiyor.
Bu nedenle bahsi geçen türdeki yazılar birbirleriyle aynı lezzette olmayacakları gibi, kendilerine birbirlerinden bir muhatap da yaratamıyorlar.
Peki acaba bu yazılar niçin bu denli rağbet görüyor?
Öncelikle her insanın içinde iyicil taraf olduğu gibi kötücül taraf da var. Sonuçta nereyi beslerseniz orası gelişir.
Polemik yazıları kişinin içindeki fesat duyguları fişekleyebiliyor.
Taraf tutma ihtiyacını kısmen giderip, çakma bir aidiyet duygusu oluşturuyor. Çünkü ne yazık ki ancak kutuplaşmalar içerisinde ve ötekine savaş açma üzerinden kendisini var eden insanlar var.
Polemik bir nevi katarsis işlevi görüyor. Belki de kişinin geçmişte laf geçiremediklerinin, cevap veremediklerinin, birilerinden hırsını alamayışlarının katalizörü görevini üstleniyor.
Yani kişi içsel potansiyelini negatif üzerinden beslenmeyle gerçekleştiriyor.
Bilirsiniz bazı arkadaşlıklar, ilişkiler ve bittabi zihinsel üretimler ancak ve ancak öfke, nefret üzerinden biçimlenir. Birilerini kötüledikçe, başkası üzerinden öfkenizi kustukça, birilerini kötü nesne ilan ettikçe muhatabınızla yakınlaşabilirsiniz.
Birilerini kötüledikçe okunursunuz, birilerine savaş açtıkça gündemde kalırsınız.
Ancak burada unutmamak gerekir ki, keser döner sap döner gün gelir hesap döner.
Bu tarz ilişkilerden kötüyü sunma halini çekip alsak, ortada ilişki diye bir şey kalmaz ve kişi kötü nesnesini meze yapabileceği başka bir ilişki arayıp bulur. Bu sebeple bu kişiler ilişkilerini çok kolay harcarlar. İlişki dediğimiz onlar için negatifi yansıtabilecekleri bir duvar arayışıdır.
Ancak başkasını kötüleyerek kendisini var edebiliyordur çünkü. Varoluşuna dair başka malzemesi yoktur. İç dünyası çoraktır bu kişinin, orada ne bir ağaca rastlarsınız ne de bir damla suya. Varsa yoksa dikenler…
Bu kişinin iç dünyası o kadar yara bere içindedir ki tedavisinin ancak başkalarını yaralamak üzerinden olabileceğini düşünür.
Dedikodu bağımlıları için de bu geçerlidir. Bu kişilerin iletişimlerinde beslendikleri tek şeyin dedikodu olması gibi, başkasını beslemeye çalıştıkları tek şey de odur.
Herkes bir şekilde görülme, duyulma, okunma arzusu duyuyor. Kişinin iç ve dış kaynakları kendi başına bunu yapmaya pek yeterli değilse, kişi doğal olarak bu arzusunu tatmin edebilecek “öteki” arayışlara giriyor.
“Nerede bir tartışma var, orada var olayım.”
“Nerede bana uymayan bir fikir var, o fikrin sahibini karalayayım”.
“Nerede yokum, oraya sızayım”.
“Onlar kötü, ben iyiyim, bir de benim yanımdakiler iyi”.
“Ben gözükeyim, beni görsünler”.
“Ben, ben, ben.”
Trajedi mi istiyorsunuz? Alın size gerçek bir varoluş trajedisi.
Polemik düşkünlüğümüzün yaratıcı tartışmalara nasıl dönüştürülebileceğini bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa o da, zihinsel, fiziksel, ruhsal olarak nasıl besleneceğimize dikkat etmemiz ve toksiklerden uzak durmamız gerektiği.
Sürekli fast food'la beslenmek hepimizin bildiği gibi çok ciddi sağlık sorunlarına yol açabilir.