Absürt bir oyunun içindeyiz. Umudun kırıntısına tahammülsüz, iyimserliğe karşı amansızca savaşan yıkıcı bir kötümserliğin hedefi olduk. Tutunduğumuz ilkeleri, hedeflediğimiz değerleri yerle bir etmek için taşkın bir arzu, arsızca yayılan bir yıkıcılık, zehirli bir kötümserlik bu. Kendisini sınırlarına dönmeye davet eden her sese kulak tıkarken işte öylece bıyık altından, pis pis gülüyor... Tınmıyor... Hayat mayat umurunda değil, aradığı neredeyse ölüm kesinliğinde yıkım...
Birilerinin bazı şeylerin kendilerini bağlamayacağını iddia ettiği şu günlerde aklıma gelen az çok böyle bir şeydi. Çizdiğim bu resmi detaylandırabilirim, renkli örneklerle sözünü ettiğim yıkıcı arzunun belirtilerini herkes için biraz daha fark edilebilir kılmayı deneyebilirim. Peki gerekli mi? Herkesin pekala bildiği ama yine de bilmiyormuş gibi yapmayı tercih ettiği ortadayken bunu bilmiyormuş gibi bilinir kılmaya çabalamanın kendisi de benzer bir körleşmeyi içerdiği ölçüde gerekli değil. Bilinir kılmak, kötümserliğin, yıkıcılığın ilacı değilse ne yapmalı peki? Bize bıyık altından gülümseyen kötümserlikle nasıl baş edeceğiz, yıkıma karşı hayatı nasıl savunacağız?
Yıllar önce bir dostum bana bir roman armağan etmişti. İnsan zihni ne tuhaf... Şu soruları sorarken birden o romanı hatırladım: Profesör Caritat’ın Şaşırtıcı Aydınlanması. Romanın Aydınlanma değerlerine sıkı sıkıya bağlı, iyimserliğin şaşmaz savunucusu olan kahramanı Profesör Caritat’ın açmazını çağrıştırdı durumumuzun absürtlüğü. Roman, sosyolog ve siyaset kuramcısı olan Steven Lukes’a ait; yazarın adlandırmasıyla bir “düşünce güldürüsü”. Lukes, bir tarihçi, bir düşünür olan Profesör Caritat’ın “olanaklı en iyi dünyayı aramak” için çıktığı yolculukta başına gelenleri, Caritat’ın aydınlanışının öyküsünü anlatıyor.
Profesör Caritat’ın serüveni, ülkesi Askeristan’da bir gece baskınıyla tutuklanışıyla başlar. Askeristan’da hukuksuzluk hakimdir. Caritat yetkililere tutuklanış gerekçesini sorduğunda açık seçik bir yanıt alamaz, ortada bir belge de yoktur. Hapsedilişinin ardından direniş örgütü tarafından, “olanaklı en iyi dünyayı aramak” üzere kaçırılır. Sahte bir kimlikle her biri belirli bir ideolojik ilke temelinde yapılanmış, başlangıçta umut vaat eden politik rejimlere sahip ülkeleri ziyaret eder. Başına gelmeyen kalmaz. Zaman zaman “en iyi” olma iddiasındaki ülkelerin bir cuntanın idaresindeki kötü ünlü Askeristan’dan pek farklı olmadıklarını düşünür. En iyinin vaadiyle en iyi olmak arasında kapanmaz bir açıklık vardır. Caritat; hem en iyi, hem de olanaklı bir düzeni bulamayacağını, ütopyaların kurucu ilkelerinin onların distopyalara dönüşmesinin de nedeni olabileceğini kavrar yolculuğunun sonuna doğru. Ama bu kötümserliğin zaferinin ilanı değildir. Tersine, “en iyi”nin vaat ettiği kesinlik, tıpkı kötümserliğin yıkıcılığının mutlaklığı gibi olanağı, dolayısıyla umudu yok etmektedir. Hayat, belirliliğe karşı direncin, biteviye arayışın ta kendisidir. Caritat sonunda anlamıştır: Hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamayabiliriz; eşitlik hep uzak bir düş olarak kalabilir; adaletli bir dünya yaratamayabiliriz; ama geleceği savunmaktan vazgeçemeyiz. Her idealin bağnazlarına karşı o idealleri korumalıyız.
Bilgisiyle, iyimserliğe inancıyla Askeristan direniş hareketinin tek umut olarak gördüğü Profesör Caritat olanaklı en iyi dünyayı bulamamıştır belki ama asıl umudun geleceği savunmak için ortaklaşa mücadele edenler olduğunu kavramıştır. Birkaç ağacı, belki bir parkı buldozerlere karşı birlikte savunan bir avuç insanın eylemindedir özgürlük vaadi. Gelecek umudunu canlı tutan birlikte mücadele etme azmidir.
Her türden bağnazlığın yaydığı yıkıcı kötümserliğe karşı ortak mücadeleden vazgeçmeyenlere seslenir Profesör Caritat: BİZİM TEK UMUDUMUZ SİZLERSİNİZ!