Ünlü yönetmen Ken Loach’un, yıllar önce gösterilen “Ben,
Daniel Blake” isimli filmi bugünlerde kendini bir kez daha
hatırlatıyor.
Tebaa değil, kul değil, yurttaş olmamızın 100. yılını
kutladığımız bu günlerde özellikle… Cumhuriyet'in, demokrasi,
eşitlik ve hürriyet kadar önemli bir unsuru olan “yurttaşlık
hakkını” konuşurken…
Loach’un filminde epeyce yaşlanmış usta bir marangoz olan
Daniel’in gözümüze soktuğu gerçeklikle yurttaş olmanın anlamını
yeniden hatırlıyoruz. Filmin kahramanı Daniel bir gün kalp krizi
geçirir ve artık ustası olduğu bu ağır işi yapamaz hale gelir. Ama
Daniel bir işçidir ve hayatını sürdürmek için çalışması gerekir.
İşsizlik maaşı da, bilinçli bir şekilde zorlaştırılan bürokratik
engellere takılır, bir türlü hak ettiği maaşı alamaz. Başka bir iş
aramasını isterler. Ama idarenin önüne çıkardığı türlü engellerle
başka iş de bulamaz. Daniel artık neredeyse aç ve yardıma muhtaç
hale düşmüştür. Film boyunca vahşi kapitalizmin, insanı da hakları
da yok sayan, değersizleştiren çürümüşlüğünü; milyonlarca insanın
hayatının, devleti yöneten bir avuç imtiyazı kendinden menkul
insanın keyfine bağlı olduğunu izleriz.
Daniel mücadeleden asla vazgeçmez, hakkı olanı almak için
direnir. Fakat fazla şanslı değildir. Filmin sonunda hak
mücadelesini tamamlayamadan hayattan ayrılan Daniel’in cebinden
çıkan bir mektup hepimizin aklına mıh gibi çakılır.
Daniel mektubunda şöyle der: “Ben Daniel Blake, ben bir
yurttaşım. Ben bir müşteri değilim. Ben bir beleşçi, bir dilenci ya
da hırsız değilim. Ben bir sosyal güvenlik numarası, ya da ekranda
yanıp sönen bir iz değilim. Faturalarımı ve vergilerimi zamanında
ve kuruşuna kadar ödedim ve bununla da gurur duyuyorum. Sadaka
istemiyorum ve kabul de etmiyorum. Benim adım Daniel Blake. Ben bir
insanım, bir köpek değilim. Bu sıfatla haklarımı talep ediyorum.
Bana saygı duyarak yaklaşmanızı talep ediyorum. Ben Daniel Blake.
Ben yurttaşım. Ne bir eksik ne bir fazla…”
Bizler, 100 senedir tebaa değil, kul değil, yurttaşız.
Yurttaşlık hakkımızın korunup korunmadığı, haklarımızı alıp
alamadığımız en çok da iktidarın temel politika kararlarında,
tercihlerinde şekillenir. Bunların en önemlisi bütçeler elbette.
Çünkü bütçeler, emeğimizle kazanacaklarımızı, kazandıklarımızdan ne
kadarının elimizden alınacağını ve bizden alınanın kime ve neye
verileceğini gösterir. Yurttaş olmamızı kutladığımız 100. yılda,
tam da bu sırada 2024 bütçesi Meclis’te görüşülüyor.
2024 bütçesinin temel büyüklüklerinde bile, yurttaşlığın da,
emeğin de, emekçinin de, hakların da umursanmadığı en çarpıcı
haliyle kolayca görülebiliyor. Zımni hiçbir şey yok, o kadar
açık…
2024 yılı bütçe teklifine göre, önümüzdeki yıl toplanması
planlanan vergi gelirlerinin 2,2 trilyon liralık tutarı, birilerine
getirilen ayrıcalık, istisna ve muafiyetlere gidecek.
Toplam vergi gelirleri hedefi 8,3 trilyon lira. Yani toplam
vergi gelirinin dörtte birinden fazla bir tutardan, bir takım
şanslı kesimler için vazgeçilecek. Büyük sermayeden vazgeçilen
vergiler, istisna ve muafiyetler, hatta uzlaştırma masasında
silinen yüzde 90’lık vergi borçları…
Ama vazgeçtiği vergi gelirini bir yerden almak istiyor, nereden
alacak? Bütçe teklifi bunun yanıtını en açık şekilde vermiş.
2024 bütçe hedeflerine göre, doğrudan vergiler toplamı 2,6
trilyon lirayken, dolaylı vergiler toplamı 5,7 trilyon lira. Yani
doğrudan toplayamadığı vergiyi, geliri ne olursa olsun herkesten
aynı miktarda alınan KDV, ÖTV, bilumum dolaylı vergiyle toplamayı
hedefliyor. Gelirine, kazancına, malvarlığına göre alınmayan
dolaylı vergiler, düşük gelirliyi yoksulu daha fazla
yoksullaştırır. 2024 yılı bütçesinde bu öyle bir hale gelmiş
ki, bütçede dolaylı vergi oranı yüzde 68’i aşmış durumda.
2024 yılı boyunca şirketlerden alınması planlanan kurumlar
vergisi hedefi 1,3 trilyon lirayken, sadece ÖTV’den toplamayı
planladığı tutar 1,4 trilyon lira… Şirket kazançlarından toplamayı
planladığı vergiden bile daha fazla, senden benden toplayacak ÖTV
ile… Gerisini siz düşünün.
Öte yandan ücretlilerin gelir vergisi dilimleri yine
azaltılmıyor, böylece vazgeçilen vergiler ücretlilerin sırtına
yıkılıyor. Öyle ki, 2024 yılında ücretlilerin daha ücretini alırken
kesilen gelir vergisinden 1,2 trilyon lira toplama hedefi bütçeye
konulmuş. Bu, önceki yıla göre yüzde 70’in üzerinde artış
hesaplanıyor demek. Şirketlerin ödeyeceği kurumlar vergisinden ise
1,3 trilyon lira toplanacağı öngörülmüş. Kurumlar vergisi kadar,
ücretlilerden alınan gelir vergisi var, ücretliler bütçeyi
yüklenmiş durumda.
Bir yandan da bu gerçekliğin şiddetini sosyal yardım ambalajıyla
paketleyerek örtmeyi de ihmal etmemiş bütçe.
Kurumsallaşamamış sosyal yardımlara bütçeden 497 milyar lira
ayrılmış. Sürekli yoksullaşan, bu yoksullaşmayı ortadan kaldırmaya
dönük de hiçbir önlem alınmayan vatandaşa 497 milyar lira sosyal
yardım verilecek yani. Hakkını vermediğini, sosyal yardımla ayakta
tutacaksın. Üstelik hakkını sorgulamasını engelleyip, mümkünse
kendine şükran duyulmasını sağlayarak…
Öyle bir garabet ki, tersi olması gerekirken, sosyal yardımlar
arttıkça yoksulluk artıyor. Kurumsallaşmamış, bir siyasetin
iktidarına, onun keyfiyetine bırakılmış yardımlar, neredeyse onun
iktidarını sürdürmesini garanti altına alıyor.
Daniel Blake’in sözleriyle… Ama biz sadaka değil, hakkımızı
istiyoruz. Çünkü biz yurttaşız. Ne bir eksik, ne bir fazla…