Bir dağ ne kadar ulu olsa
Kenarı yol olur
Buna bayram günü derler
Dostla düşman bir olur
Erzurum türküsü, derleyen Raci Alkır
Dumrul’la Boğaç Han aynı kitabın cüzleridir. Dedeleri Oğuz gibi, babalarıyla başları derttedir. Kime kalacak dünya, kimin olacak devlet? Yani kim hayatta kalacak, kim bir diğeri için vazgeçecek canından? İlki onun canından vazgeçen anasıyla babasını Azrail’e teslim eder, ikincisi canına sahip çıkan anasının hatırına babasının canını kurtarır “kalbi kara kırk yiğit”ten.
Dumrul’u pek iyi yad etmeyiz ama Boğaç Han hayırlı evlattır. Yiğitlikte Dumrul’dan aşağı kalmaz. Daha küçücük bir delikanlıyken Bayındır Han’ın dillere destan boğasını devirir de, öyle alır adını, hem de bizzat Dede Korkut’tan.
Bilen bilir, Oğuz, kendisini komşu beye barış rehini olarak gönderen ve hemen sonra savaş ilan ederek komşusuna “ben öldürmeyeyim oğlumu, sen ol katili” diyen babasını bir avda, başına geçip korku dolu sadakati öğrettiği ordunun tüm nökerleriyle aynı anda oklayarak öldürmüş ve bu suretle devlet olmuştur. Dumrul, kendisine can vermeyen anasıyla babasını Azrail’e emanet ederek devlet olur. Boğaç Han’ın hikâyesinde ise can korkusuna karışmış öfkeden başka şeyler bulunur. Belki de bu yüzden Boğaç Han bir devlet hikâyesi değildir. İhtimaldir ki onun hikâyesinden çıkartılacak ders, aklı ve vefası olanın devleti olmayacağıdır. Boğaç Han’ın hikâyesinde devletin yerini hayat alır.
Evladı olmadığı için Bayındır Han emriyle kara çadırda misafir edilip bir bakıma lanetlenen Dirse Han’ın, gene Dede Korkut’un ismini anmayı unuttuğu, hatununun cömertliği sayesinde eriştiği erdemli oğuldur Boğaç Han. Bayındır Han’ın obasında bir kaza eseri karşı karşıya kaldığı boğayla güreşip galip geldiği için bu adı alır. Belli ki kut sahibi bir oğlancıktır. “Dirse Han oğlana beylik verir, taht verir.” Yani özerklik/otonomi verir. “Oğlan tahta çıkınca, babasının kırk yiğidini anmaz olur.” Kırk yiğidin kalbi hasetten kararır ve Dirse Han’ı oğluna karşı doldururlar: “Oğlun seni öldürmeden sen onu öldür.” O da, tıpkı Oğuz’un babasına yaptığı gibi oğlunu ava götürür ve o babasının gözüne girmek için uğraş verirken oklayıp yaralar. Kalbi kara yiğitlerini alır ve obaya döner. Hatun ondan hesap sorar, ‘evladıma bir şey oldu da sen kurtaramadıysan, han babamdan yardım alıp ben kurtarayım’ der. Müstekbir ve akılsız Dirse Han’ın babalığından aldığı ilk büyük yaradır bu. ‘Sen ne biçim babasın ki, evladını kim bilir ne halde, kim bilir kimlerin eline, kim bilir nerede bıraktın?’ Yalanı kalkan eyler kara kalpliler, ‘oğlun iyi, Dirse Han da (güç) sarhoşudur, cevap veremez’ derler. Hatun inanmaz, alır kızları yanına olay yerine gider. Ondan evvel Hızır varmıştır, Boğaç Han’a yaranı ana sütü iyileştirecek demiştir. Derken kalbi karalar güruhu, Dirse Han’ın gazabından korkup bu defa ona düzen kurarlar. Götürüp düşmana vermektir niyetleri. Hatun gene araya girer, Boğaç Han’a ricacı olur: “Git babanı kurtar, baban sana kıydıysa sen babana kıyma.” Dirse Han almıştır dersini, yüzünü görmediği Boğaç Han’ı kara kalplilerle savaşmaktan alıkoymak için, ‘evlat katili bir babayım, canını tehlikeye atmana değmem’ der. Kendi yiğitleriyle girer savaşa ve babasının canını kurtarır.
Boğaç Han Efsanesi’nin yerli ve millî Oedipus trajedimiz olduğuna ilişkin çok sayıda yorum bulabilirsiniz ve elbette bu mümkündür. Efsane efsaneye benzer, karışır, zira insanların aksine efsaneler sınır tanımazlar. Sınır tanısalar, salkım salkım tan yelleri gibi (d)ilden (d)ile esmeseler zihinlerimize tıpkı zaman gibi kök salmaları mümkün olur muydu hiç? Her neyse, benim bu yazıdaki derdim Boğaç Han Efsanesi’nden hepimiz için bir strateji çıkartmak. İlk okuduğumda herhalde ilkokuldaydım ve o zaman bile babasıyla derdine ya da anasının şefkatine takılmamış, boğayla güreşirken işe koştuğu akla hayran olmuştum. (Yani bu yazının konusu Dirse Han ve onu kimin, nasıl kurtaracağı değil.)
“Oğlan boğanın alnına yumruğunu dayadı. Boğa götün götün gitti. Boğa oğlana sürdü, geri geldi. Oğlan yine boğanın alnına yumruğunu indirdi. Oğlan bu kez boğanın alnına dayadı, sürdü meydanın başına çıkardı. Boğa ile oğlan bir hamle çekiştiler. Boğa ön ayaklarını gerdi, durdu. Ne oğlan yener, ne boğa oğlanı yener. Oğlan fikir eyledi, dedi ki: ‘Bir dama direk vururlar, ol dama dayanak olur. Ben bunun alnına neye dayanak olur dururum.’ Oğlan boğanın alnından yumruğunu giderdi, yolundan savuldu. Boğa ayak üstüne duramadı düştü, tepesinin üstüne yıkıldı.”*
KİMİNLE, NE İÇİN KAVGA EDİYORUZ?
İktidara talip olmak ayrı şey, geleceğe talip olmak ayrı. İktidara talipseniz elbette onunla kavga edeceksiniz. Onun yöntemleri yol göstericiniz olacak. Acı kuvvetse acı kuvvet! Kim daha güçlü bakalım? Ama bu yolla yaptığınız yumruğunuzu onun alnına dayayıp ayakta kalmasını sağlamaktan öte gitmez. Yıllardır partili muhalefetin yaptığı şey de bundan ibaret. İktidar koalisyonunu oluşturan söylemini, onlardan daha güçlü bir sesle tekrar ediyor ve bunu yaptıkları her seferinde, “bakın boğa hâlâ en güçlü” dedirtiyorlar. Milliyetçilik mi, en alasını biz yaparız. Dindarlıksa, bu dinin aslını biz biliriz. Gerektiği yerde boğanın gücünün kaynağı karşısında saygıyla eğilmekten geri durmayız. Madem bu boğa böyle boğa olmuştur, biz de boğayla boğa oluruz. Sonuç ortada. Arada bir boğanın alnına dayadığı yumruğuyla seyircileri heyecanlandırsa da, onu ayakta tutan birer acemi oğlancık gibi görünüyor muhalefet partileri.
Lakin geleceğe talipseniz, iktidarla kavga etmekten başka ve fazla bir şey yapmanız gerekir. “Şahıs karşıtlığı”ndan vazgeçin demeyeceğim. Ama “şahıs karşıtlığı”nı onun alnına yumruk dayamaktan başka yollarla ifade etmenin, örgütlemenin yolları var ve hiç zor değiller. Karşıtlıktan ibaret bir muhalefetin yeterli olmadığını artık ezberledik. Her seferinde biraz gerilese de sonra olanca acı kuvvetiyle hepimizin üzerine geliyor. Sıra belki de artık o yumruğu çekmeye gelmiştir. Onunla, sınırlarını onun çizdiği bir kulvarda, onun kelimeleri, araçları ve en sevdiği sembollerle örülü bir stratejiyle kavga ederek oyalanmaya ihtiyaç yok. Sıra çoktan yumruğu alnından çekip kendi ağırlığıyla tepe üstü düşmesini izlemeye geldi.
Bunun iyi bir örneğini verdi CHP, #128MilyarDolarNerede sorusuyla. Nasıl sendelediğini hep birlikte gördük. Öylece boşluğa sorulmuş bir sorudan, savcılar “Cumhurbaşkanı’na hakaret” suçlaması çıkarttılar. İyi de kimse “128 Milyar doları Cumhurbaşkanı aldı” dememişti ki? Hem o kadar milyar doları bir kişi nasıl alsın? Böylece savcının hepimizi meşgul eden bu sorunun cevabı konusundaki fikrini öğrenmiş olduk. Parti binalarına gece yarısı operasyonları düzenlendi pankartları indirmek için. CHP Karşıyaka Gençlik Kolları üyeleri pankarta balon bağlayıp salıverdiler. Uçtu, firar etti pankart. Müthiş bir Boğaç Han gösterisiydi bence. İlerde bugünler film yapılırsa unutmayalım, senaryoya mutlaka girsin. Salgının üzerinde 1, 2 ve 8 yazan pankartlar aracılığıyla yayıldığını iddia edecek kadar sendeledi boğa.
#128MilyarDolarNerede kampanyası niye tuttu biliyor musunuz? Soruyu direkt şahsa sormadığı, onu muhatap almadığı için. Bize sordu soruyu, topluma, iktidar koalisyonuna oy verenler dahil tüm partilerin seçmenlerine, 128 milyar doların asıl sahiplerine, onu emek emek kazanıp AKP’nin geçici bir süre için bekçilik ettiği devlet kasasına emanet eden milyonlara. Böylece herkes birbirine “sahi nerede şu bizim 128 milyar dolar” diye sormaya başladı. İktidar bu gayet basit soru karşısında bocaladı, olmadık ve birbiriyle çelişen cevaplar üretmeye başladı ve ortada aslında cevap falan olmadığı için soruyu iptal etmeye çalıştı. Tepesinin üstüne düşeyazdı yani. Henüz düşmedi ama onu neyin sarstığını görme fırsatı edindik nihayet.
MUHATAP ALMAK?
Muhatap almak, birine hitap ederek konuşmak ona ad vermek, onu tanımak, otonom/özerk bir özne olduğunu kabul etmek ve böylece onu kendi “meydanınıza” dahil etmek demek. İktidarı muhatap almadığınızda, onun meydanına gitmiyor, size meydan okumasına da izin vermiyorsunuz, böylece düşeyazıyor. Kimsenin sizi izlemediği, muhatap almadığı, alkışlamadığı ya da sövmediği bir meydanın iktidarında olsanız ne olur, olmasanız ne olur?
Peki iktidar partilerini muhatap almayıp kimi alacağız? Cevap çok açık değil mi? Birbirimizi. Muhalefet partileri birbirlerini ve toplumu muhatap aldıklarında karşılıklı olarak birbirlerini var ediyorlar, özne kılıyorlar, birbirlerine güç ve ad veriyorlar. Boğanın giremeyeceği, kendini gösteremeyeceği bir meydan açıyorlar yani obada. Hep boğaya ev, kendilerine deplasman bir sahada oynayacak değiller ya. Birbirlerini muhatap aldıkça kendilerine ev, boğaya deplasman olan yeni bir meydan tasarlıyorlar.
Nice zamandır kendi meydanında, alt edeceği yeni güreşçiler gelse de cümle aleme acı kuvvetini gösterse diye bekleyen bir boğanın alanına girmeye ihtiyaç yok demek ki. Mevcut koalisyon partilerinin siyaset pratikleriyle oyalanmak sanıldığı gibi onların seçmenini muhalefete yaklaştırmıyor. Bu mantıksız olurdu zaten. Çünkü o meydanın ahalisi, o meydana giren her babayiğidin sırtının nasıl küçük düşürülerek yere getirildiğine şahit oldu. O zaman onlara başka bir meydanda başka bir şenliğin mümkün olduğunu göstermek, onun için de bu yeni meydanı şenlendirmek lazım. İlle boğa güreşi yapmak zorunda değiliz. Halay çekebiliriz, ürünlerimizi yarıştırabiliriz, maniler söyleyip boğa güreşinin yapıldığı meydandakilerin daha önce hiç duymadıkları hikâyeler anlatabiliriz. Güldüren, ağlatan, içlendiren, umutlandıran, heveslendiren, hasrete ve aşka düşüren, merak ettiren hikâyeler... İnsan evlatlarına yetmez ki bir boğanın güreş esnasında serdedebildiği kadar hissiyat. Hangi duygular yayılır öyle bir güreşin çeperinden? Öfke, korku, büyüklenme ve aşağılama? Bir ömür geçmez ki öyle.
Birbirine hitap ederek konuşan, söyleşen, anlaşan, gülüşen, yeri geldiğinde çekişen insanların kuracakları yeni meydandaki zenginlik, artık neyi, nasıl yaptığı herkesçe bilinen bir boğanın güreş meydanından çok daha cazip olacak. Yumruğu onun alnından çekip, elleri yeni meydanın tasarımıyla meşgul etmenin vakti çoktan geldi. Muhalefetteki siyasî partiler farkında mı bilmiyorum ama, iktidar olmak için gereken ruhsat, bugünün koalisyonunu oluşturan partilerden değil toplumdan alınacak. Şu hâlde oyun, iktidardaki koalisyon partileriyle değil, halkla kurulacak.
Bir de şöyle söyleyeyim: Artık muhalefet partilerinin onunla kavga etmektense birbirleriyle müzakere etme, hem de seyircilerin bakışlarından kaçmadan, boğanın şerrinden korkmadan konuşup söyleşme vakitleri geldi (Her “vakit geldi” dediğimde Sevilay Çelenk’i hatırlıyorum.). Yan tarafta yeni ve şenlikli bir meydan açılırsa senelerdir tekrar eden, kazananı kaybedeni çoktan belli boğa güreşi cazibesini yitirmeye başlayacak. Bunun için de önce, biz yan yana gelirsek boğa kendi meydanını bırakır gelir bizi tarumar eder kaygısından kurtulmak icap eder. Çünkü, o kaygı ve korku boğanın eşelendiği meydanın ta kendisi. Eşitliği bozan, rakiplerinin ondan ve yapabileceklerinden duydukları kaygı ve korku. Dedim ya, onun oyunlarının sonunda ne olacağını herkes biliyor. Bu yüzden yazdığı senaryolar artık kabak tadı bile vermiyor.
OYUN KURUCULAR HAZIR
Muhalefet partilerinin bugüne kadar sergiledikleri performans oyun kurucu olma yetisine sahip olmadıklarını gösteriyor. Tuhaf bir gerçek ama, sonuçta gerçek. 20 yıldır boğanın meydanında güreşiyor, onun zaferlerinin konusu ve seyircilerinin eğlencesi oluyorlar. Bu alışkanlıktan vazgeçmeleri kolay değil. Demek ki onları da kapsayacak bir oyunun yeni öznelere ihtiyacı var.
Son birkaç haftadır kaç metin gördüm muhalefet partilerine “artık gelin yan yana, sabrımız kalmadı” diyen saymadım. Şu ya da bu sorunla uğraşmak için örgütlenmiş, platformlara dönüşmüş hemen her yurttaş inisiyatifinin aklına gelen ilk ve tek çare bu. Dolayısıyla muhalefet partilerini böylesi bir mutabakatı şimdi ve hepimizin şahitliğinde kurgulamaktan alıkoyan şeyin tabandan duydukları korku olmadığını biliyoruz. Hayır, boğadan korkuyorlar.
Öte yandan, hemen hepimiz kendi aralarında pek çok konuyu müzakere ettiklerinin de farkındayız. Ama o müzakereler topluma, yani bizlere kapalı. Orada burada siyasi partilerin temsilcilerini sıkıştırdığımızda da, “bizim partimiz” diye başlayan propaganda cümleleri duyuyoruz. Dün bir arkadaşım o propaganda cümlelerinin kendisinde yarattığı hissiyatı şöyle özetledi: “Derdimizi anlattığımızda bize propaganda yapmaya başlıyorlar. Kalbim kırılıyor. Bizi aptal sanıyorlar.” Haklı, karnımız tok şükür, ihtiyacımız olan şey kendilerini güzelledikleri propaganda cümleleri değil. Hatta, “e ama siz de sabredin canım, bu zamanda siyaset yapmak, hele işi-gücü olan insanlar için kolay değil, kıymetini bilin siyasetçilerinizin” diyenler bile var. Akıl alır gibi değil. Kendini topluma bir lütuf gibi sunan bu siyasetin karşılık bulabileceğini düşünmek için cidden başka, bambaşka, imtiyazlarla mümeyyiz bir dünyada yaşamak lazım. Allah dostumu da düşmanımı da o hallerde yaşamaktan korusun.
“Nefes alamıyoruz” diyen insanlara, “sabret daha vakit var, hem biz, biz var ya biz” diye cevap vermek kadar büyük siyasetsizlik olamaz. Boğa artık her zaferinde alkış ve tezahürat tufanları koparan seyircilerini de rakip olarak görmeye başladı. Gadrine uğramayan kimse yok. Ağlanacak hallerimize gülmenin de bir sınırı var.
Muhalefete “yetti artık, kendi aranızda anlaşın ve çıkalım şu kapkaranlık meydandan” diyen çağrılardan biri de İvme Hareketi’nden geldi. Çok etkileyici ve güzel bir metin. Mutlaka okuyun tamamını. Bu yazıyı yazarken aklımın içinde dönüp duran kısmını alıntılayayım buraya:
“Ülkemiz yıkımın eşiğinde. Artık nefes alamıyoruz. Hayatta kalmak değil, yaşamak istiyoruz!”
*Önceki alıntılar özetlenerek yapılmıştı. Bu alıntıyı ise Orhan Şaik Gökyay’ın 1976 yılında Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan Dede Korkut Hikâyeleri çalışması ile, Semih Tezcan ve Hendrik Boeschoten’in YKY’den 2000 yılında yayınlanan Dede Korkut Oğuznameleri çalışmasından bir nevi karıştırmak suretiyle düzenledim. Kendimce istedim ki hem özgün lezzeti kalsın, hem de anlaşılsın. Dolayısıyla sürç-i lisan var ise benimdir.