Boğaziçi eylemleri, kent toplumu ve devlet şiddeti

Ya şiddet ya da pasifize edici siyaset zemininde buluşan iktidar ve muhalefet yöneticileri ve kalemşörlerine nispetle Boğaziçi Dayanışması'nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik kaleme aldıkları mektuba baktığımızda öğrencilerin durumu en temelde hükümetin içine düştüğü bir siyasi kriz göstergesi olarak yorumladıklarını görebiliyoruz. Ama dahası da var.

Abone ol

Onur Açar*

Boğaziçi Üniversitesi'ndeki demokratik öğrenci eylemlerini sadece rektör atamasına yönelik bir tepki olarak okumak sınırlandırıcı bir anlayışın yayılmasına hizmet edebilir. Her ne kadar sahadaki gerçeklik ilk bakışta böyle bir görüntü yansıtsa bile veya bunu böyle bir çerçevede görmeyi temenni edecek olanların sayısı her geçen gün artsa da bu eylemin daha bütünlüklü bir sürecin parçası olarak değerlendirilmesi de pekâlâ mümkündür. Örneğin Mansur Yavaş’ın rektör Melih Bulu’yu istifaya davet eden mektubunun yayınlanmasından sonra gazeteci Nagehan Alçı ile arasındaki yazışmanın gösterdiği şey, bu olayın “lokal” bir gerçeklik olarak kalması yönündeki ortak anlayışa işaret etmiyor mu? (1) Hem dahası da var.

Nagehan Hanım, Mansur Yavaş’a soruyor “daha öncesinde belediye başkanının siyaset yapmayacağını salık veriyordunuz, Ankara’dan İstanbul’daki bu olaya yönelik kendinizi neden bir mektup yazma ihtiyacı içinde hissettiniz?”. Mansur Bey cevap veriyor: “Ben Boğaziçi’nde yaşananları siyaset üstü bir konu, bir milli birlik meselesi olarak görüyorum. Ayrıca İstanbul’daki gerginlik benim yönettiğim şehir Ankara’ya da sıçramaya başladı.” Mansur Bey devamında “bu gerginliğin anlamsız olduğunu, pandemi gibi ekonomi gibi daha ciddi sorunlarımız olduğunu da” ekliyor. Sonrasında Nagehan Hanım belki de biraz endişeyle “ama doğru adım olacağını düşündüğünüz Melih Bulu’nun istifası diğer üniversitelerde de bir ayaklanmaya yol açmaz mı?” diye soruyor ve Mansur Bey ise karşılığında onu teskin edercesine “hayır buna yol açmaz, okullar da kapalı, konjonktür de müsait değil” diye bir cevap veriyor. Bu eylemleri “daha ciddi meselelerin yanında basit bir inatlaşma” daha ötesinde hem bir yandan “lokalde kalması gereken bir olay” hem de “siyaset üstü bir olay” olarak görme biçimleri, sonraki günlerde başka şehirlerde yapılan basın açıklamalarına yönelik sert devlet şiddeti ile birlikte düşünüldüğünde siyaseti pasifize etme noktasında birbiriyle buluşan bir pozisyonlar manzumesi olarak okumak mümkündür.

Ya şiddet ya da pasifize edici siyaset zemininde buluşan iktidar ve muhalefet yöneticileri ve kalemşörlerine nispetle Boğaziçi Dayanışması'nın Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik kaleme aldıkları mektuba baktığımızda öğrencilerin durumu en temelde hükümetin içine düştüğü bir siyasi kriz göstergesi olarak yorumladıklarını görebiliyoruz. (2) Ama dahası da var. Mektupta sadece adlarını anmayla Boğaziçi Dayanışması’nın potansiyel taşıyıcısı olduğu siyasal-toplumsal bağları görebilmek de mümkün: “Hrant Dink”, “Soma”, “Roboski”, “Çorlu treni”, “Berkin Elvan”, "LGBTİ”, “Osman Kavala”, “HDP Genel Başkanı”, “KHK’lılar” ve milyonlarca işsiz ve yoksul duruma sürüklenmiş yurttaşlar. Bütün bu sembollerde ifade bulan iktidarın adaletsizliklerine bir itiraz metni olarak kaleme alınıyor Boğaziçi Dayanışması'nın metni. Dolayısıyla ne Mansur Yavaş’ın soyut milli birlik bütünlük ideali ne de salt arzulanan tipte lokal bir inatlaşma sürecine indirgenemeyecek türde tarihsel olarak birikmiş siyasal bir potansiyel barındırıyor.

Bir diğer öne çıkan gerçeklik türbanlı bir kadın öğrenciye yönelik özellikle iktidar saflarının zihniyet dünyasının bir ürünü olarak ortaya çıkan tepkilerle ilgiliydi. Sosyal medya içeriklerinde dönen tartışmalar, iktidardan beslenen zihinlerde üretilen homojen kimliksel blokların işaret ettiği gerçekliğe uymayan sembolik bir performans karşısında yaşanan gerginlikleri sahneliyordu. Gerçek hayata gittikçe yabancılaşan kafalardaki İslamcı türbanlı kadın stereotipine uymayan öznellikler huzursuzluğun kaynağıydı. Olan biten, kişilere kendilerini farklılaşmış zeminlerde temsil etme hakkını tanımakta ne kadar zorlanan tekelci kimliğin kasıntıları ve kasılmalarıydı zorlayıcı gerçek karşısında. Bu kasıntıların ve kasılmaların karşısında, özgürleştiren dayanışmaların içerdiği coşkulu ve duygulu gülümsemesiyle bir eliyle zafer işareti bir eliyle tanrının birliğini ifade eden hareketiyle etkin mutluluğu yansıtıyordu o kadın.

Hem Boğaziçi Dayanışması'nın bir ağ gibi hayal edildiğinde devlet şiddetiyle dışlanan farklı kimliklere uzanan o “siyasal” mektubu hem de türbanlı kadın öğrencinin itiraz performansını meydana getiren zeminin bir “üniversite özerkliğine müdahale” meselesinden daha kapsayıcı bir gerçekliğin parçası olduğunu düşünüyorum. Bu gerçekliği, bir kent toplumunun (3) gelişim sürecinin dışavurumları olarak ele alabilmenin mümkün olabileceğini düşünüyorum. İktidarın uzun bir süredir, kültürel, ekonomik, cinsel yönelime ilişkin farklılaşan kimlikleri, dahası her şeyi ama her şeyi kendi bünyesinde yoğunlaştıran, bir araya getiren, kaynaştıran, karşılaştıran güçlü merkezilikler olarak kentlerle, kent toplumuyla, kentleşen toplumla başı belada. Kent toplumuna özgü merkeziliklerin oldukça dinamik farklılaşmaların üretim mekânı olduğunun, bu anlamda aidiyetlerin daha esnek ve değişken biçimler aldığının altı çizilmelidir. Hatta ağsal ilişkilerle kent-“içi” ve “dışına” ve ötesine uzanan açık ve sınırları kolayca çizilemeyen mekânlar olarak da düşünülmesi mümkündür. Neden Boğaziçi Üniversitesi kampüsünü fiziki ve sosyal bir mekân olarak bir kent toplumu mikro-ölçeğini başarıyla üreten bir yer olarak düşünmek de mümkün olmasın ki? Fakat asla çelişkilerden arınmış bir yer olarak değil tam da çelişkileri davet eden ve kendi bağrında farklılaştırma kapasitesi gösterebilen bir yer olarak. Aynı zamanda sürekli devletin ve sermayenin duyarsızlaştırıcı, kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı kimlik temsilleriyle son yıllarda daha da yakından müdahalelere maruz kalan bir yer olarak (4).

“Kent toplumu” fikrine geri dönersek, Boğaziçi eylemlerini de kronolojiye dâhil ederek 2013 yılındaki Gezi Direnişi, 7 Haziran 2015 genel seçimleri, 2017 Anayasa Referandumu değişikliğine karşı yürütülen Hayır kampanyası ve sonuçları, 2019 yerel seçim sonuçları iktidarın özellikle başta İstanbul olmak üzere güçlü kent merkezlerinde gittikçe daha çok zorlandığını bize gösteriyor. İkna kapasitesinin, sözünün inandırıcılığının gündelik kent gerçekliği karşısında gittikçe zayıfladığını, buna mukabil hoşnutsuzluğun büyüdükçe büyüdüğüne şahit oluyoruz. Kentte iktidarın gözünün etkinleştiği kontrol edilebilir mekânlar oluşturma, pek çok alanı güvenlikleştirme, sürprizlerle dolu etkin karşılaşma mekânlarını tüketim mekânlarına indirgeme, tarihsel temelleri olan kimliksel farklılıkları izole mekânlarda tutarak yeniden üretme, temasları engelleme vb. birçok yönetim pratiği bir noktadan sonra iktidarın güçlü kent merkezilikleri karşısında kelimenin en güçlü anlamıyla yer yer “bölücü” ve “sınıflandırıcı” yer yer “indirgeyici” bir terör makinası olarak işlediğini gösteriyor.

Son bir söz de yerel yönetimlerde güç kazanan ana muhalefet partisi belediyelerine yönelik olsun. Mansur Yavaş’ın “milli birlik bütünlük”ün altını çizen yorumları tam da yönetilen kentlerdeki yeni farklılaşmaları dikkate alan bir konumdan hareketle yeni bir millet ve bütünlük tanımlaması yapıldığında etkin bir muhalif siyasal anlama bürünebilir. Bunun yanı sıra kentlerde farklı kimliklere ayrımcılık yapmadan hizmet götürme prensibini doğru bir şekilde belediyelerine öğütleyen anamuhalefet partisi iktidarla eşitsiz koşullardaki rekabetini sadece biz de iktidar kadar iyi hizmet ederiz iddiasıyla sınırlı tutmamalı. İktidardan daha farklı bir şeyi tahayyül etme kapasitesini gösterebilmeli. Bu kapasiteyi onlara sunabilecek yerler ise çok uzaklarda değil, yaşanılan kentlerde ve kentsel adaletsizliklerde…

(1) https://www.haberturk.com/yazarlar/nagehan-alci/2961023-mansur-yavas-ile-konustum-melih-buluya-neden-mektup-yazdi-kendisiyle-celisti-mi-ikinci-mektup-kime-g

(2) https://twitter.com/boundayanisma/status/1357846217275940864

(3) Kent, kent toplumu, kentleşme, kent süreci gibi kavramsallaştırmaların açtığı siyasal ve teorik ufuk konusunda özellikle Henri Lefebvre’nin “Kent Devrimi”, “Şehir Hakkı” ve “Mekân Üretimi” gibi çalışmaları kritik bir yer teşkil ediyor. Bu çalışmalar kentin devrimci demokratik dönüşüm projeleri için yeniden çok farklı bir şekilde düşünülebilmesinin yolunu açmakta.

(4) https://birartibir.org/siyaset/1038-nerden-baksan-rezalet-nerden-baksan-eziyet-nefret

*ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi, Artvin Çoruh Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Araştırma Görevlisi