Önceki gece sosyal medyada saatlerce Boğaziçi direnişiyle ilişkili yorumları okudum, videoları izledim, Clubhouse’daki forumları dinledim. Uyumaya giderken, “çocukların iyiliği” biçiminde dile getirilen, yol yordam gösteren açıklamalarla kalbim sıkışmıştı, desem yeridir. Bir yandan da kulağımda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kıymetli Ayşe Buğra Hoca ile ilişkili sözleri çınlıyordu. “Ayıptır ya, ayıptır...” diye neredeyse söylene söylene uyudum.
Tabii ki günlerin gecelerin en büyük tesellisi, Boğaziçi’nin vazgeçmeyişiydi. Boğaziçi’nin vazgeçmeyişine eklenen toplumsal destekti. Bir de geçmişin duvar yazılarından kopup gelerek sosyal medyada dolaşıma giren ve Boğaziçi direnişi bağlamında başucu notuna dönüşen, “İyiliğimizi istiyorlar... Vermeyeceğiz!” sloganı vardı aklımda.
Gençler eninde sonunda gerçekçidir, imkansızı isterler böyle. İmkansızı isteme noktasından başlamadıkça “imkan” yaratamazsın. İnsan bunu en net biçimde gençken görür. Fakat iyi ki bunu her vakit görebilen bir genç olma hâli de var. Gören ellisinde de, yetmişinde de görüyor.
Dün sabah karşımıza çıkan şey de Boğaziçi öğrencilerinin Cumhurbaşkanına yazmış olduğu mektuptaki gerçekçilik! İtiraf edeyim Whatsapp’tan bir arkadaşım mektubu gönderinceye kadar gördüğüm halde mektubu okumaya da korkmuştum. Cumhurbaşkanına mektup yazmak netameli iş, hele de şimdi. Kalem bir anda elden kayabiliyor çünkü... Fakat Boğaziçi öğrencilerinin mektubunda bana kalırsa hiçbir noktada kalem kaymamış, dil kaymamış. Her noktada haklı, her noktada meşru, her şey tam da söylenmesi gerektiği gibi söylenmiş.
Öğrenciler, “iyiliğimizi istiyorlar, vermeyeceğiz!” demiş. Bu kadar. Çünkü istenen iyiliğin kendi iyilikleri olmadığını bilecek kadar uzun yaşadılar. On sekiz, yirmi yıl AKP ile yaşamak... Bunu hâlâ iyilik sananlar da gece yarısı Boğaziçi’ne acil iniş yaptırılan iki fakülteyi bile görmüyor. Direnişin ortasına iki fakülte “indirmek” gibi bir cüret nereden mi geliyor dersiniz? Hep birlikte çok iyi niyetlerle “çocuklarımızın iyiliğini” isteyeceğimizi bilmelerinden. İyiliğimizin istendiği her noktada “iyiliğini” kazanan AKP oldu. Bunu görmemekteki bu inat dehşet verici. Boğaziçi öğrencilerinin Cumhurbaşkanına mektubu karşısında samimi bir kaygıya kapılan veya tepki gösteren arkadaşlarımız da var. Onları da anlıyorum gerçekten ama...
Cumhurbaşkanına yazılan mektup bence meseleyi genel bir otoriterleşme bağlamında ele alan çok doğru bir metin. Boğaziçi Üniversitesini bir tarafa, yüzlerce diğer üniversiteyi “taşra üniversitesi” olarak başka bir tarafa koymayı öneren şaşkınlık verici perspektiflerin uzağında... Boğaziçi dışındaki üniversite birikimini ve tarihini tek kalemde TOKİ mantığıyla birbiri ardınca inşa edilen üniversitelerle aynı kefeye tıkıştırmak çok haksız olması bir yana epeyce cahilce. Bu tutum, Boğaziçi direnişinin, DTCF tasfiyesi ya da 1402’likler gibi üniversiteye musallat olmuş tasfiyelerle ya da öğrenci hareketleriyle tarihsel bağını koparmakla kalmıyor, burnumuzun dibinde yaşanmış barış imzacılarına yönelik tasfiyeyi de çoktan unutmuş görünüyor. Boğaziçi direnişi Boğaziçi Üniversitesinin “nadideliği” temelinde savunulamaz sadece. Nadideliği haklı olsa da meseleyi buna indirgemek son derece apolitik bir tutum olur. Aynı şeyi mezunu olduğum ve Türkiye’nin en eski eğitim kurumlarından -üç asra yayılmış varlığıyla gurur duyduğumuz- Mülkiye için de hep söyledim. Söylemeye devam edeceğim. Mesele bu “biriciklik” temelinde savunulamaz. Oradan açıklanamaz da... İzmir’den, Eskişehir’e, Ankara’ya, Diyarbakır’a ve Mardin’e kadar, neredeyse Boğaziçi hariç bütün üniversitelere “taşra üniversitesi” diyerek “basıp” geçen bir yaklaşım da var. “Zaten her yer elden gitmiş, biz Boğaziçi’ne bakalım” deniyor. Bu üniversitelerden bugün koparılmış olsalar da yerlerine dönecek olan, adlarını tek tek sayamasam da bu ülkenin entelektüel birikiminde payları olmuş ve toplumsal meselelere yaklaşımıyla zihinsel donuklukları aşmamıza katkı sunmuş çok isim var. Her zaman oldu ve her zaman olacak. O bir kalemde silinen üniversiteler biraz da onlardı... Nadide ve biricik olmayı vurgulayarak direnişler güçlendirilemez. Tarihselleştirerek ve tasfiyenin genel politik karakterini deşifre ederek güçlendirilir.
Mesele tek boyutlu olarak da ele alınamaz. Mesele tek başına Boğaziçi’nin arazisi meselesi de değil. Hadımköy’de mi neredeyse artık (semt ismi de bu bağlamda tarihin ayrı bir cilvesi), Boğaziçi’ne vaat edilen kampüs meselesi değil yani. Boğaziçi arazisi, TOKİ zihniyetinin ve beton-medeniyetinin ağzının suyunu akıtıyor akıtmasına, o ayrı... Ama her tür araziye el koymayı günü gelince her hâlükârda iş makinalarıyla yapıyorlar. İki yeni fakülte kurmak vs. gibi dolambaçlı yollara ihtiyaçları mı var? Kadim şehirlerin enkazından Toledo fantezilerine bir tarih var önümüzde... Yanı başımızda.
Öğrencilerin mektubuna içinde HDP geçiyor diye takılanlar var bir de. Bana kalırsa mektuptaki en doğru temaslardan biri bu. Boğaziçi Üniversitesinin maruz kaldığı şeyler de, bizlerin başına gelenler de başta Selahattin Demirtaş’ın başına gelenlerle, seçilmiş belediye başkanlarının yerine atanan kayyumlarla ve genel olarak toplumsal muhalefetin yaşadıklarıyla en başından beri çok ilişkili. Üstelik HDP artık bir siyasi partinin adı değil sadece, kayyumun, hak gaspının, zulmün görünür hale geldiği yer. Bundan da öte siyasi iktidarın otoriterleşmeyi ve rejim değişikliğini geniş toplum kesimlerine onaylattırma, meşruiyetini sağlama uğrağı... Maalesef buna göz yuman da çok. Benzer bir şeyi LGBTİ+’lara saldırarak ve onlara karşı nefret söylemini yaymaya çalışarak da yapıyorlar. LGBTİ+ flamaları orada olsa da yapacaklar olmasa da. Kirli siyaset denilen şey bu ve yeni değil.
Boğaziçi direnişi Melih Bulu’ya ilk günden “kayyum” diyerek HDP bağlamında sözünü ettiğim tarihsel ilişkileri gördü. Bu ilişkiyi ihmal eden, “çocuklar, evlatlar” diye diye sürdürülen ve öğrenci hareketlerinin iklimi dönüştürücü gücünü göremeyen sesler hepimizi güçsüzleştiriyor. Partiler üstü olmakla apolitik olmak karıştırılmamalı. Haklı ve onurlu ve bir kez daha siyasi iktidarın sürüklediği “şiddet” diline inatla ve ısrarla karşı koyan direnişlerin her zaman bir karşılığı vardır. Mücadele birikir...
Mektupta Prof. Dr. Ayşe Buğra ile ilgili itiraz ve dayanışma da çok doğru, çok yerinde. Gurur verici. Bunun önemi de hiç atlanmamalı.
Yakın tarihten ders çıkarmalı. Diğer üniversitelerin, barış imzacılarının başına gelenler sırasında üniversite tıkır tıkır işletilmeye devam etmeseydi Şehir Üniversitesi kapatılabilir miydi mesela? Boğaziçi Üniversitesinin başına bunlar gelir miydi? Bugün Boğaziçi hocalarının yaptığı gibi, o zaman üniversitelerde kalan akademisyenler, başka hiçbir şey yapamasalar da, dekanlıkları ve bölüm başkanlıklarını derhal bırakmış olsa ve kurumun “iyiliğini” koruma kisvesi altında iş birliğini seçmeseydi...
Geçmiş o kadar uzakta değil. Bizler üzerimize köpekler saldırtılarak kampüslerden çıkarıldık ve kampüslere bir daha asla alınmadık. Fakat eksi 7 derecede sokak akademilerini, dayanışma eylemlerini günlerce aylarca sürdürdük. Sürdürüyoruz. Bizlerden sonra kampüslerde kalan görece az sayıdaki arkadaşımızı da kahreden bir durum, idari kadroların hiçbir şey olmamış gibi İbişlerle aynı resim karelerine ağzı kulaklarında girmesiydi. Üç kuruşluk çıkarlarını, alacakları kadroları, ünvanları ve yürütecekleri projeleri “kurumun ve öğrencilerin iyiliği” diye yutturmayı ihmal etmemeleriydi. O gelecek geldi işte... Daha ne getireceğini de hiç bilmiyoruz.
Boğaziçi Üniversitesinde bugün en heyecan verici en sonuç alıcı görünen şey öğrencilerin şiddetsiz ve olgun direnişi... Bu büyük bir şans.
Bizim yaşadığımız tasfiye döneminde -örneğin Ankara Üniversitesinde- öğrenci cenahında yaprak kımıldayamadı desek yeridir. Öğrencilerin bir kısmını da kahreden bir durumdu bu. Çünkü o iklim bambaşka bir iklimdi. Öğrenciler zaten iki senedir soruşturmalarla resmen biçilmişti. Lanet darbe girişimi fırsat bilinip, ikinci ayından itibaren barış imzacılarının Eğitim Sen’li öğretmenlerin, memurların KHK ile ihraçları başlamıştı. Barış imzacılarının büyük tasfiyesi darbe girişiminin altıncı ayında gelmişti. Değil meslektaşlar, bazı ihraç arkadaşlarımızın aile üyeleri, akrabaları onlarla dayanışmaktan ürküyordu... Yenikapı’da kurulan milli mutabakat ile her tür direnişe saldırı da çok daha meşru gösterilebiliyordu... Bugün baskı yok mu, var elbette. Birçok bakımdan baskının katmerlendiğinden bile söz edilebilir ama artık direnişleri kriminal kılma güçleri zayıfladı. Toplum da üniversite de direnişlere ses katıyor, ağır ağır...
Boğaziçi öğrencileri ne yaptığını biliyor... Hocaları yanlarında, kimse İbişlerin yanında resim vermiyor, kimse Bulu’nun dekanı, bölüm başkanı olmayı kabul etmiyor...
Baskı artırılacak diye diye, kurumları koruyalım diye diye geldik bu noktalara... AKP’nin kültürel iktidar tırmalaması Boğaziçi ile başlamadı, öyleymiş gibi yaparak da kazanılamaz. Bu saldırı, üniversite düzleminde bakarsak, zincirin son halkalarına yönelik bir saldırı. İlk değil... Unutmamak lazım.
İyiliğimizi vermemeye devam etmeliyiz!