Yazının hayatın hızına yetişemediği zamanlar… Hayattan kasıtsa devlet elli felâketler silsilesi. O yüzden giderek daha çok yazı ‘Ben bu yazıyı yazarken’ ibaresiyle başlıyor. Yazmadan okunmaya geçene kadarki zaman diliminde olabilecekler de göz önüne alınarak.
Göz önüne aldıklarımız yazık ki çoğunlukla katlanılması çok ağır acılar. Bu yazı yazılırken 10 Ekim Ankara Katliamı’nın birinci yıl anmasına saldırıyordu örneğin polis. 102 kişinin öldüğü, 391 kişinin yaralandığı katliamın davası, avukatların tüm itirazlarına rağmen kamu görevlileri dahil edilmeden 7 Kasım’da Ankara’da başlayacak. 10 Ekim’de o meydandan sağ kurtulanlarla ‘Bedende ve ruhta kapanmayan yaralar’ başlığıyla Agos için yaptığı o zor söyleşide Gözde Kazaz şunları paylaşıyordu okurlarla: “Gülşen Ay, 10 Ekim’de patlamanın öncesini ‘güneşli ve coşkulu bir gün’ olarak hatırlıyor. İstanbul’dan beraber yola çıktıkları kuzenine miting alanını gördüklerinde ‘barış gelecek galiba’ dedi, meydanda dolaşırken uzun zamandır görmediği Üsküdar HDP il örgütünden arkadaşlarına rastladı, sonra meydanda dolaşmaya başladı. Saatine baktı,10.00: ‘Birinci patlama oldu. Biraz önce selamlaştığım 6 arkadaşımın hepsi öldü. Patlama beni basınçtan dolayı çok uzağa attı. Ne oluyor diye kafamı kaldırdım, ikinci patlama oldu. Kopan bir bacak geldi yüzüme çarptı. 17 yaşlarında bir genç vardı, elimi uzattım bir şey söyleyecekti, ama söyleyemedi. Acaba sonra ne oldu ona? Herhalde öldü… O kadar mutsuz hissediyorum ki. Tek istediğim şey bir kere olsun içten gülmek. Acaba o yüzüme gelen bacak kimindi? Acaba o genç ne diyecekti bana? Hep bunları düşünüyorum, unutulmaz ki...”
UNUTULMAZ
Unutulmaz sözü kutsal bir yemine benzer. Unutmayın, unutturmayın değil unutulmaz… Doğası gereği unutulamaz. Barış talebiyle güle oynaya gittikleri bir şenlik alanında hayatlarının cehennemini yaşayan o insanlar hepimize devletin adalet borcunu hatırlatacak bir ömür. Tıpkı Diyarbakır ve Suruç katliamı kurban ve mağdurlarının da hatırlattığı gibi.
Burası yaşayanlara kendi küçük hayatları dışında çalınan hayatların borcunu ve o ‘unutulmaz’ yükümlülüğünü taşıtan bir ülke. O unutulmazların bir kısmı Türkiye yakın tarihinin tanığı ve simgesi Cumartesi Anneleri’dir. Kaybedilen yakınları için adalet arayışlarını 602 haftadır sürdüren Cumartesi Anneleri, 8 Ekim buluşmalarında 1995 yılında Dargeçit'te gözaltında kaybedilen 12 kişinin faillerinin yargılanmasını istiyordu. Bir ortak talep de adalet talebinin dillendirildiği ve KHK'lerle kapatılan televizyon ve radyolar içindi. Şöyle seslendi meydan, duymak isteyene: “Yasak üstüne yasak, ayıp üstüne ayıp yaşatıyorlar. Bizim sesimiz kısılmaya çalışılıyor. Basın yok, haber yok. Sanki biz bu dünyanın insanları değil miyiz? Biz kimsenin yalanlarını yutmak zorunda değiliz."
HURŞİT KÜLTER YAŞIYOR
Yine tam o hafta kendisinden 27 Mayıs 2016’dan beri haber alınmayan DBP Şırnak İl Yöneticisi Hurşit Külter’in yaşadığı ortaya çıktı. Külter’in Kerkük’teki basın açıklamasında dedikleri bir dönemin sürekliliğinin teyidiydi: “13 gün boyunca bir binanın bodrumunda tuttular. Bana yoğun fiziki ve psikolojik işkence yaptılar. Sürekli ajanlık dayatıyorlardı. Çıkıp öz yönetim direnişlerine karşı açıklama yapmamı istediler. Bunu özellikle polis özel harekâtı yaptı ve ben gözaltında kaldığım sürede zaten beni yanında tutan bu özel hareket polisi sürekli beni infaz edeceklerini söylüyorlardı. Bazen kendi aralarında, bundan istediklerimizi aldıktan sonra öldürelim, şeklindeki konuşmalarını duyuyordum.”
Tutulduğu bodrum katından binanın bir üst katına çıkarıldıktan sonra kaçtığını söyleyen Külter, kamuoyuyla şu bilgileri paylaştı: “Ben binadan çıktıktan sonra kaçtığımı fark ettiler. Arkadan vurup öldürmek ya da yakalamak istediler. Ama ben kaçıp kurtuldum. Şehir içinde saklandım. Aileye ya da basına ulaşacak bir imkân aradım ama bulamadım. Bu süre 40-45 gün boşaltılan evlerin içinde saklandım. Sonra şehir içinde direnenlere denk geldim ve şehirden çıktım. Çıktıktan sonra bazılarının yardımıyla iki aylık bir sürede ancak buraya ulaştım. Bana yardımcı olanların güvenliği açısından da kimlerin yardım ettiği bilgisini paylaşmak istemiyorum. Buraya geldikten sonra da kim olduğumu kimseye söylemedim. Kendimi tam güvenli hissettikten sonra basına açıklama yapıyorum.”
Açıklamayla birlikte polemikler de başladı. Açıklamanın yapıldığı yerden bu kadar zaman beklenmesine varıncaya kadar… Sonra iş ‘Hurşit Külter kayıp mücadelesine zarar vermiştir’ noktasına kadar vardırıldı. Neredeyse sağ salim ortaya çıkışı suç ilan edildi. Alaycı yorumlar, çamur atmalar… Bunlar insan olarak benim anlayabileceğim tepkiler değil. Bir insan için devletin emniyet güçleri 13 gün boyunca “Burada böyle biri yok” demişse, bu kadar zaman içinde başka tek bir resmi açıklama yapamamışsa, Hurşit Külter de kendisine dayatılanları ve sonrasındaki susma gerekçesini bu kadar sarih aktarmışsa, her şey devletin kaybetme politikasının ifadesi olmak dışında bir anlama gelmez benim nezdimde. Vatandaşını kaybeden devlete dönüp “Hesap ver” demekten ötesi de gelmez aklıma. Kaldı ki Hurşit Külter kendisi için oluşturulan kamuoyu baskısı sayesinde kurtulduğunu, bunun için müteşekkir olduğunu, bu denli geç ortaya çıkabildiği için özür dilediğini de beyan etmişken. Bu konuda PKK ya da Kürt siyasi hareketinden ‘hesap sormak’sa o aynı egemene kibri sergilemekten ötesi değildir. Her hareket elbet yanılgı, hata, cürüm ya da sivil kayıplar söz konusu olduğunda kendi açıklamalarını da öz eleştirisini yapar. Ama böyle sistematik kötülüğün dayatıldığı bir ortamda ben yaşatılan her şey için önce ve sadece devlete bakarım.
Devletin bütün bu zorla kaybettirmelerin, faili meçhullerin, suikastların ve katliamların hesabını verme borcu vardır. Dahası vatandaşlarını gerçek anlamda eşit sayarak bilaistisna hepsinin can güvenliğini sağlama borcu da vardır. Yani hepimizi yaşatma borcu vardır. Ve bütün bu borçlar onun devlet olmaktan kelli doğal yükümlülüğüdür.
Geri kalan her şey ardından gelir. Bu temel olmadan konuşmak anlamsız ve geçersiz olacağı için…