Tıpkı belirli aralıklarla okuduğumuz kitaplara dönüp bakma ihtiyacı gibi, yıllar önce izlenen filmlere/dizilere de tekrar bakma ihtiyacı hâsıl oluyor. Hele de bu kadar çok yeni içerik içinde elle tutulur bir şey bulmakta zorlandığımız bu dönemde, özel işleri yeniden hatırlamanın başka türlü bir tadı var. Çünkü iyi işlerin, zaman içinde değişen anlamları oluyor.
Muhtemelen yıllar geçtikçe daha fazla ayırdına varacağız ama dünya tarihinde insanlığı küresel olarak bu kadar etkileyen bir gelişme yok dersek abartmış mı oluruz? Pandemi, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük belirsizliği çıkardı ortaya ve bu belirsizlik hala devam ediyor. Bunca bilimsel birikime rağmen, açgözlü birkaç ilaç tekelinin ayrıcalıkları sona ermesin diye çaresi olan bir hastalığın pençesinde belirsiz bir boşlukta salınıp duruyor insanlık. Bir yanda açgözlü şirketler, diğer yanda giderek artan militarizm tehdidi, işsizlik, yoksulluk, gelir adaletsizliği, popülizm, din istismarı vb. Bütün bunlar, “iradesini eline alamamış” olanların belirsizliğe mahkûm olduğu bir durumu da tarif ediyor çoğu zaman.
Tam da böylesi bir zaman aralığında gelmiş geçmiş en iyi bilim kurgu dizilerinden birisi olan “Battlestar Galactica”yı yeniden izlemek, ister istemez yeni bir yorumu da getiriyor beraberinde. Dizinin 1978 tarihli orijinal versiyonu, Saylon adı verilen robotların başlattığı isyanı ve insanlığın demokrasiyi koruma mücadelesini anlatıyordu. Soğuk Savaş konsepti içinde ‘mutlak kötü’nün örtük biçimde komünizm olarak tarif edildiği bu dizi, bugün 40’lı 50’li yaşlarını sürenler için unutulmazlar arasındaki yerini almıştı çoktan. Dizi 2004 yılında, yepyeni bir versiyonla çıktı karşımıza. Dört sezon olarak yayınlanan dizi (bazı sezonlar 20 bölümü bulmuştu) dönemin konseptini de barındırıyordu içinde haliyle. İlk dizinin geçtiği zamandan 40 yıl sonra Saylonlar ve insanlar arasındaki barışın son demlerinde açılıyordu dizi. Bu barış Saylonların saldırısıyla sona eriyor, emekliye ayrılması planlanan Galactica ve mürettebatı bu saldırıdan etkilenmiyordu. Şans eseri o sırada uzayda olan ve 12 koloniye yapılan saldırıdan kurtulan gemiler, Galactica’nın liderliğinde gerçek olup olmadığı bile meçhul olan 13. Koloni'nin izinden giderek Dünya adlı gezegene ulaşmaya çalışıyordu. Ancak aradan geçen zamanda çok önemli bir gelişme olmuştu, Saylonlar artık insan formunda da olabiliyordu. Üstelik bir kısmı Saylon olduğunun farkında bile değildi.
Bu da tam olarak 11 Eylül konseptiyle uyumluydu. Bir yandan içimize yerleşmiş teröristler, bizim gibi oldukları halde bize zarar vermek isteyenler hissine oynanıyor, öte yandan bugün teröristlik yapmasalar da yarın yapabilme potansiyellerine işaret ediliyordu. Ancak dizi ilerledikçe rollerin birbirine karıştığı, kimin haklı kimin haksız olduğunun bulanıklaştığı, işin içine kutsal metinlerin de girdiği ve asıl olarak “medeniyetler buluşması” temasının ağır bastığı bir anlatı çıkıyordu karşımıza.
Şimdi aradan 15 yıldan fazla zaman geçtikten sonra “Battlestar Galactica”nın bu ikinci versiyonunu baştan sona tekrar izleyince yepyeni yorumlar yapmak mümkün. Yeni bir dünya umuduyla gemilere doluşmuş insanların bir tür “karantina” halinde yaşadıklarını düşündüğümüz; kapanma halinin insan ruhunda yarattığı tahribatın, bunun davranışlara yansıyan sonuçlarının kendisini gösterdiği bir seyir pekâlâ mümkün. Ayaklarını toprağa basmak, düzgün hava almak, ‘normal’ bir hayata geçmek için sabırla bekleyen ve yöneticilerine inanan insanların her defasında bu umutlarının kırılmasıyla bugün yaşadıklarımız arasında da garip benzerlikler var. “Belki Dünya burasıdır” diye heveslenilen her gezegenin tatmin edici olmaktan uzak kalması ve yeniden gemilere doluşup uzak diyarlara yol alınmasıyla, bir açılıp bir kapanan sosyal hayatımız arasında tuhaf bir his birliği var gibi geliyor diziyi izlerken.
Ama en çok, “Battlestar Galactica”daki iktidar oyunlarının ve hem seyirciyi hem de gemi personelini yoran gündem yoğunluğunu anmak gerekiyor belki. Darbe girişimlerinden, şarlatanların iktidara kadar yükselmesine, din istismarcıları ve bilimdışı görüleri olduğunu iddia edenlerin etkinliğine kadar karakterler/hikâyeler girip çıkıyor anlatının içine. Boşlukta kaybolma hissinin, geleceğin belirsizliğinin, iç/dış düşman tehdidinin halkın gözünde kimleri umut haline getirdiğini görmek çok tanıdık.
İnsanlığın bir prototipi olarak Galactica ve onunla birlikte hareket eden sivil filonun hikâyesine bakınca, ‘olağanüstü hallerin’ suiistimalinin ne kadar da olağan hale geldiğini hayretle görmek şaşırtıcı hale geliyor. 15 yıl önce hikâyenin dramatik unsuru olarak gördüğümüz ayrıntılar, fazla bulduğumuz kimi gelişmeler bugün yepyeni bir yorumla kendisine anlam katıyor. Demokrasi, hukuk ve adaletin her biri iktidar mücadelesine dönüşen ve birbiri ardı sıra gelen gündemler arasında nasıl da birer temenniye dönüştüğüne dair yepyeni bir resim çıkıyor ortaya.
Kimi zaman sarkan ve yirmi bölümü bulan sezonlarının olması, kimi zaman fazlaca space opera tadı vermesi gibi sıkıntıları olsa da “Battlestar Galactica” insanlığa dair geniş zamanlı sözler söylemekte hala oldukça mahir belli ki. Hiç izlememiş olanlar için sabrederlerse çok özel bir seyir deneyimi olacağını söylemeden geçmeyelim. Yıllar önce izleyenler arasında “izleyecek bir şey yok” diye düşünenler için yeni bir bakış, yeni bir yorum fırsatı olabilir.