Bourdieu'nun gözünden 'muhafazakâr'a bakmak
Sosyolog Aksu Akçaoğlu’nun "Zarif ve Dinen Makbul" adlı çalışması İletişim Yayınları etiketiyle raflarda yerini aldı. Akçaoğlu, Ankara’nın Çukurambar mahallesinde gerçekleştirdiği yaklaşık bir sene süren etnografik çalışmasıyla “burjuva kültürüyle barışık muhafazakâr üst-orta sınıf beğenisi”nin ortaya çıkışının tarihsel ve sosyolojik analizini maharetle gerçekleştiriyor.
Kerem Yılmaz
Din ile modernizm arasındaki ilişki, sosyologları en çok meşgul eden sorunlardan biri olagelmiştir. Karl Marx, Emile Durkheim ve Max Weber gibi kurucu düşünürler, dini modern toplumun ekonomik, sosyal, teknik yapılarına eklemlenen bir unsur, bir epifenomen gibi görürlerken, Danièle Hervieu Leger gibi son dönem düşünürler ise dini, bu yapıların arasında bir yapı olarak düşünmeye ve açıklamaya çalışmışlardır. Bugün, dinin, rasyonel insanın ya da doğayla mücadelesinden galip çıkarak kendisini sadece sahip olduğu güçlere yaslayarak kuran “homo faber”in yükselişiyle insan hayatından giderek silineceği tezi gücünü büyük ölçüde yitirmiş görünüyor. Çünkü sosyolog Georg Simmel’in de belirttiği gibi, dinsellik duygusu klasik dinlerden farklı biçimlerde de olsa varlığını sürdürüyor.
Ancak günümüzde din üzerine yapılan incelemelere mutlak surette dâhil edilmesi gereken ilişkilerin neoliberalizm ve din ile tüketim toplumu ve din arasındaki ilişkiler olduğu görülüyor. Sosyolog Aksu Akçaoğlu’nun "Zarif ve Dinen Makbul" adlı çalışması, muhafazakâr üst-orta sınıf Müslümanların habitus’larına ve tüketim alışkanlıklarına din çerçevesinden bakarak bu ihtiyacı gidermeye yönelik önemli bir çaba ortaya koyuyor. Akçaoğlu, Ankara’nın Çukurambar mahallesinde gerçekleştirdiği yaklaşık bir sene süren etnografik çalışmasıyla “burjuva kültürüyle barışık muhafazakâr üst-orta sınıf beğenisi”nin ortaya çıkışının tarihsel ve sosyolojik analizini maharetle gerçekleştiriyor.
Zarif ve Dinen Makbul, bir yandan ünlü Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün geliştirdiği analitik yöntemi temel alarak habitus kavramını analizin odağına yerleştiriyor, diğer yandan ise Gaston Bachelardcı epistemolojik görüşten hareketle muhafazakârlık-İslamcılık ayrımı üzerine yeniden düşünüyor.
MUHAFAZAKAR FAİLLERİN MUHAFAZAKARLIĞI
Akçaoğlu, muhafazakârlığın sosyolojik olarak incelenmesindeki zorlukların başında, “kâğıt üzerindeki” muhafazakâr ideolojiyi toplumsal uzamdaki çeşitli aktörlerin muhafazakâr tavırlarının kaynağı olarak görmeyi gösteriyor. Yazara göre muhafazakâr failin, muhafazakâr düşünürle özdeş bir zihne sahip olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı. Bu yanılgıdan sıyrılmanın yolu ise bir faili muhafazakâr kılan toplumsal koşulları incelemekten geçiyor.
Yazar, gerekli irdelemeyi Bourdieu’nün sermaye türleri ve habitus kavramlarıyla yapmaya çalışıyor. Buna göre, farklı sermaye türlerinin farklı hacimleriyle biçimlendirdiği konumlar, faillerin içinde eyledikleri toplumsal koşulları ifade ediyor. Bu toplumsal koşullar habitus marifetiyle içselleştirilerek “zihinsel yapılara”, yani “algı, eylem ve düşünce kategorileri”ne dönüşüyor.
Akçaoğlu, muhafazakârlığı, “toplumsal cinsiyet, etnisite, uyruk ve dinî aidiyet gibi toplumsal görme ve ayrım ilkelerinin, çeşitli alanlardaki sembolik girişimciliğin neticesinde büründüğü form” olarak tanımlıyor. Bu formun oluşmasında, ilk olarak, siyaset alanında verilen mücadele sonrası ortaya çıkan hâkim muhafazakârlık ilkeleri etkili oluyor. İkinci planda ise bu ilkelerle arasında bağ kuran toplumsal faillerin içselleştirmeleri, yani muhafazakâr habitus’leri devreye giriyor. Burada dikkat çekilmesi gereken en önemli hususlardan biri, “muhafazakâr ayrım ve görme ilkeleri”nin ne evrensel ne de özsel olduğu.
ÇUKURAMBAR'IN ETNOGRAFİSİ
Akçaoğlu’nun etnografik çalışmaları için Çukurambar’ı seçmesinin en önemli nedenleri, burada 1990’lı yıllardan itibaren gecekonduların yerini hızla çok katlı lüks sitelere bırakması ve akabinde burada oluşan sosyal hayatın muhafazakâr üst-orta sınıflar tarafından biçimlendirilmiş olması.
Sosyolog, sosyal bilimlerde yaygın biçimde kullanılan derinlemesine görüşme tekniğinin yerine, yani araştırma sahasına dışarıdan sızmaya çalışan bir akademisyen olarak girmek yerine, buradaki sosyal yaşamın bir parçası olarak girmeyi tercih etmiş. Bu doğrultuda mahallede verilen ney kursuna yazılmış ve Mesnevi sohbetlerine katılmış. Yazar, bu iki adımın ona muhafazakâr habitus’ları, yani muhafazakârlaşmış bedenleri anlama konusunda çok yardımcı olduğunu belirtiyor.
Yazara göre, bu muhafazakârlaşmış bedenlerin ifadesi olan muhafazakâr beğeni, piyasa ekonomisinin sunduğu ekonomik ürünlerle kurulan yeni bir ilişkinin ürünü. Çukurambar’ın muhafazakâr orta-üst sınıf sakinleri, lüks sitelerde oturan, dairelerine gösterişli bir şekilde dekore eden, rafine damak tadı arayışı içinde olan ve çocuklarının eğitimi için büyük bütçeler oluşturan, dolayısıyla kendilerinden önceki muhafazakâr nesillerin kendileriyle arasına set çektiği kapitalist ekonomiyle yeni bir ilişki kuran insanlar.
Bu yeni ilişkinin önemi, “iyi muhafazakâr” ya da “iyi Müslüman” olmak ile tüketicilik arasındaki bariyeri yıkan bir ilişki olması. Bu yeni ilişki, beraberinde, mahallelinin ağız birliği içinde ters yüz etmeye çalıştığı bir damgayı, “muhafazakâr tüketimci” damgasını da beraberinde getiriyor. Çukurambar sakinleri bu damgayı, bir yandan tüketim toplumu eleştirilerine katılarak ve onları yeniden üreterek, diğer yandan ise “Müslüman iç dünya”larını sürekli eğiterek kaldırmaya çalışıyorlar.
Müslüman iç dünyanın eğitimi, Akçaoğlu’nun da dahil olduğu Mesnevi Sohbetleri’nde modern ve laik toplumsal hayatın eleştirisiyle birleşiyor. Yazar, bu sohbetlerde, iyi bir Müslümanın modern kapitalist sistemin çarklarına kendini kaptırıp, “mükafatı Allah’ın rızasını kazanmak olan bir sınav yeri” olan dünyada nefsine yenilmemesi gerektiği anlatısının ve “soyut bir Müslüman” idealinin inşa edildiğini vurguluyor. Yani önceki nesillerin “haram fabrikası” olarak gördüğü kapitalizmin son dönem muhafazakâr nesiller tarafından farklı bir şekilde okunduğu söylenebilir: Bu okumaya göre, Çukurambarlıların gözünde zararlı olan, bir ekonomik sistem olarak kapitalizm değil, aşırı tüketim hastalığına tutularak “kamil insan” mertebesine ulaşma çabasını boşlayan, “iyi bir Müslüman” olma arzusunu kaybeden bireyin ahlâkî zayıflıkları.
Akçaoğlu, çalışmasının son bölümünde kendi türettiği bir kavram olan “sembolik kutuplaşma” aracılığıyla siyasi alandaki mücadele ve demokrasi bilincine sahip faillerden oluşan bir toplum geleceğini sorguluyor. Yazara göre, orta sınıfların laik ve muhafazakâr fraksiyonlarının, bedene, mekâna, eşyaya, sosyal ilişkilere, vs. dair beğenilerinin tüketim toplumunun yükselişiyle birlikte kısmen kesişmesi sonucu bu fraksiyonlar arasındaki sembolik mücadeleler çatışma ekseninden uzaklaşmış da olsa, yazarın “sembolik kutuplaşma” olarak kavramlaştırdığı zihinsel sınırlar yerli yerinde duruyor.