Mahallenin en güzel kızına duyulan platonik aştan başlayıp altın kalpli “orospu” mitinden üç adım öteye gidemeyen, eşitiyle ilişki kuramayan, mutluluk almayı ve vermeyi beceremeyen iri iri laflı eril aşk anlatısının devri çoktan geçti. Bunca kadın cinayeti varken, kadına şiddet bu boyutlardayken aşkla acıyı ısrarla birbirine teyellediğinizde, acı çeken erkek değil kadın oluyor genellikle.
Yerli Dostoyevskimiz Zeki Demirkubuz’un bir süredir içip içip eski sevgiliye mesaj atmayı andıran tarzda bir tweetleme alışkanlığı var ki bir kısmımız bir türlü alışamadık. Her defasında sinir tellerimizi titretmeyi başarıyor. Halbuki her ne kadar 227 bin küsur takipçili (şimdi baktım) tek takip edilenli (kendini, yalnızca kendini) toramanca bir hesaba sahip ünlü bir yönetmen olsa da sonuçta Twitter’ı onun da kişisel blogu, şahsi günlüğü, Ece ajandası gibi bir şey olamaz mı? Olamaz tabii, deli miyiz… Oralardan ulusa sesleniyor, henüz çekmediği filmlerdeki özlü ve közlü sözleri iliştirerek bonbooş hayatları “yönetiyor”. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde Dosto Dosto gezinirken aklına düşen kaldırım taşı iriliğindeki incileri bizlerle paylaşacak kadar mütevazı, biz kadir kıymet bilmez kişileriz.
Sırf Demirkubuz değil, böyle dünya alemin takip ettiği 0-1 takip edilenli erkek filozoflar bakımından çok şanslıyız. Dücane Cündioğlu da aynı ekolün güzide temsilcilerinden mesela. Bu tür hesapların ortak noktaları, dünyanın onlara çok ihtiyacı varken kendilerinin düşünmek için kendilerinden başka herhangi bir insan ya da aparata gereksinim duymuyor gibi görünmeleri. Bir de aşk, aşk acısı, kadınlar ve ilişkiler üzerine sıklıkla iri laflar etmeleri.
Zeki Demirkubuz’un neredeyse hesap falan kapatacak noktaya gelecek kadar tepki toplayan son tweetine bakalım:
“Aşk; kendine dönük olarak acı çekmek, ötekine dönük olarak acı vermek arzusu taşır.” Molasız 22 dakika hımmlasanız içinden çıkılması güç bir söz ama içinizden sonunda nankörce “ben dönmeyeyim ya” demek geliyor sadece. “Sal bizi Demirkubuz, dönersek yemnediyorum Dostoyevskiliğine fazladan bir i eklesen bile ses etmeyeceğiz hiç” diyesin geliyor. Bu mana kumkuması, Pandora kutu koleksiyonu söze döneceğim. Bakarken gözüm sabitlenmiş tweete kaydı ki anın “aboov”luğu içinde az daha parmağım sürçüp favlıyordum.
“Pür ahlak arıyorsan orospuya gideceksin.”
Hımmmmmmmm. Söz tırnak içinde ama kime ait olduğu belirtilmemiş. İntihal sayılmaz yani. Biliyorsunuz bizde başkalarının sözlerine kendi malımızmış gibi tırnak geçirme alışkanlığı sözleri tırnak içine almaktan çok daha köklü. Peki kimin sözü? Filmlerinden birinden bir replik? Az kullanılmış bir Dostoyevski sözü? Gerçi onun tarzına pek benzemiyor, Bukowski edası var. İnsan ruhu doktoralı yönetmenimiz bu sözle yine genel geçer ahlakın ikiyüzlülüğüne değinip insanın karanlık yanlarına temas ederken kadın düşmanlığını da eser miktar icra etmiş. Ahlakı kadın bedeni üzerinden tanımlamak, fahişeler ve bakireler miti, “kadınlar çiçektir”in tersi tarzda bir öveyim derken dövme girişimi, her şey mevcut.
Her biri gerçekten büyük yazarların yerli muadili olarak anılan “büyük” erkek yönetmen ve yazarlarımızın kadın, aşk, acı üçgeninde kurdukları tütünlü sakal kokulu bu dünyadan gına geldi. Burada ilk sorun, bu erkeklerin yaratıcılıklarından gelen ve tercihen öyle de sürmesi gereken ünlerini hızlıca dünya nimetlerine tahvil etmeleri. Benzetmek gibi olmasın, ya da kısmen olsun, Hasan Ali Toptaş’a doğunun Kafka’sı deniyordu. Demirkubuz’a da Dostoyevski’si deniyor. “Nereden bu yoğurdun bolluğu” diyesi geliyor insanın. Birbirine hiç benzemeyen bu büyük yazarların ortak noktaları insan ruhunu anlatmaya çalışırken aynı zamanda anlamaya da çalışmalarıydı. Hayatla ve insanla dertleri gerçekti, hayatları özlü söz üretme makinesi olarak geçmedi, büyük zorluklar ve gerçek acılar yaşadılar.
Bizimkilerse aşırı ünlerini zaten erkek zekâsına duyulan bol keseden ilgiye borçlular, bunu da derhal eril güce çevirip ellerindeki avuçlarındaki yaratıcılığı da köreltiyorlar. Kadınların hayranlığını kolaylıkla istismar ederken o kocaman egolarına yaslandıkları yetmiyor. Çağımızın kılavuzsuz insanının değer bellediği er kişinin her sözünde hayatın anlamını bulma eğiliminden de yararlanıyorlar. Cinsiyet ayırmayan bir zihin istismarı da söz konusu buralarda. Sonuçta da, Demirkubuz’un durumunda olduğu gibi, bir yazarı yazar, yönetmeni yönetmen yapan şeyin, yaratıcı üretimin uzağına düşüp kocaman birer aforizma balonuna dönüşebiliyorlar. Ya da taciz, istismardan, alkol etkisiyle türlü hayat karartmaya uzanan bir yelpazede başka insanlara, başta da kadınlara fiziki zarar verecek hale de geliyor çoğu. Erkek ruhunun güçle tahrip olma, çürüme kapasitesi inanılmaz.
Zeki Demirkubuz’un yönetmenliğini tartışmak için kaleme alınmadı bu yazı. Sineması, özel bir iki filmini ayırmak dışında bana hiçbir zaman hitap etmez ama berbat yönetmendir falan da demem. Temel sorunu yönetemediği egosu gibi görünmüştür hep. Bir başka yazımda şöyle anlatmıştım bu durumu: “Türkiyelilik nedir bu anlamda? Ünlenirsin, ünden zehirlenirsin, ün kana karıştıktan sonra aşağı yukarı 1-2 yıl içinde deli gibi manyak gibi bir şey olursun, saçma sapan beyanlarda bulunup az üretmeye başlar ve egonla kendi kuyunu kazarsın, genel konuşuyorum. (…) İşte tüm bu süreçlere direnip kendi yörüngesinde üretmeye devam edebilenler, bunu da az çok evrensel ölçülerde yapmayı başaranlar, onlar kalıcı oluyor. Kendi büyüsüne, anın coşkusuna, ‘ne yapsam olur artık yea…’ duygusuna kapılmadan ürün vermeyi sürdürenler… Yalnız kendi kulaklarına fısıldanmış bir sırrın takipçisi, günlük hayat deliliklerinden muaf görünen kişiler oluyor onlar.”
Sayısı çok az bu “sağlıklı ego” temsili erkek yazar, yönetmenlerin. Olanlar da değerli. Ünlü bir erkek üretmeye devam ettiği sürece kendisi ve çevresi için görece daha az “toksik” olabilir. Maalesef bunun da hiçbir garantisi yok, ama galiba üretimsizlikten iyidir. Sevgili Asu Maro da bu konuda yazmış, Demirkubuz’un aforizma üretmeye harcadığı enerjiyi yeni filmlere harcaması dileğini belirterek. Bu vesileyle yazıya konu olan tweete dönersek, aşkı sonsuz bir ıstırap, bir güç denklemi, elde etme- edememe problemi olarak kuran Doğulu eril bakıştan gerçekten gına geldi. Elbette ki aşkın içinde acı da var, en mutlu aşk hikâyesi bile çiçek böcekten ibaret değil. Ama aşk içinde sevgiyi taşıyıp büyütebilir. Kadını bir tüketim, “salt” arzu nesnesi olarak görmeyen daha eşit bir aşk mümkündür ve çoğaltıcıdır. Aşk gibi cinselliğin de sahih ve mutlak özü güç ve acı değil, paylaşarak büyümektir. Beyatlı’nın sevdiğim dizeleriyle, “insan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan/ Bir sır gibidir az çok ilah olduğumuzdan.”
Mahallenin en güzel kızına duyulan platonik aştan başlayıp altın kalpli “orospu” mitinden üç adım öteye gidemeyen, eşitiyle ilişki kuramayan, mutluluk almayı ve vermeyi beceremeyen iri iri laflı eril aşk anlatısının devri çoktan geçti. Bunca kadın cinayeti varken, kadına şiddet bu boyutlardayken aşkla acıyı ısrarla birbirine teyellediğinizde, acı çeken erkek değil kadın oluyor genellikle. Erkeklere o acının “hikayesi” ile beslenme kısmı düşüyor daha çok.
İnsan sever, insan göze alır, insan acı da çeker, kaybetmek de, hezimet de mutluluk kadar aşka dâhil. Ama dar alanda filozofluk ilan etmiş eril egoların tekelindeki daimi “ıssız acı” olmamalı bu. Aynı yolu yürüyen bir kadın ve erkeğin aşka düşmekten aldığı yaralar da, içlerinde açan çiçekler gibi eşit olmalı. Haydi artık devirelim gitsin bu modası geçmiş, ağdalı, eril, arabesk aşk anlatısını.