“Bir muazzam eserdir ki, misli yok, naziri yok
Zahiren saat çalar, manen hükümet seslenir”
Fani Efendi
İstanbul’da dün Eyüp Odayeri Köyü mevkiinde bir otomobile çarpan hafriyat kamyonu, araçta bulunan Selin Karakuş’un ölümüne, diğer iki kişinin de ağır şekilde yaralanmasına yol açtı. Selin Karakuş son bir haftada İstanbul’un çeşitli noktalarında hafriyat kamyonu çarpması sonucu can veren üçüncü kişi. Son bir yılda ise İstanbul’da hafriyat kamyonları tarafından ezilerek ölenlerin sayısı (en az) 21’e ulaşmış durumda. Bu koca kentin, hâlâ bir nebze olsun nefes almasını sağlayan son ‘akciğer dokuları’na, Kuzey Ormanları’na, kan damarlarında başıboş dolaşarak vücuda tümör taşıyan kanser hücreleri gibi saldıran bu kamyonlar, özellikle kuzey İstanbul’da seri can kayıplarına yol açan bir felakete dönüşmüş durumda. Üçüncü köprü yolu (Kuzey Marmara otobanı), üçüncü havalimanı gibi ‘dev projelerin’, siyasal iktidar tarafından da her fırsatta kutsanan ve en çabuk, en hızlı, daha hızlı bitmesine gayret edilen inşaatlarının sürdüğü bu bölge en çok can kaybının yaşandığı yer. Ama üniversite öğrencisi Özge Kandemir’in, geçtiğimiz ekim ayında, kentin başlıca merkezlerinden Kadıköy’deki bir ara sokakta hafriyat kamyonu tarafından katledilmesinde olduğu gibi, bu besleme Azrail’in kimin karşısına nerede çıkacağı çok belli de olmuyor.
Üçüncü köprü inşaatı ilerledikçe Sarıyer, Bebek gibi boğazın kuzey kıyılarında şaşkınlıkla kendini yollara atan, kovuldukları orman yerine çaresizce yeni bir ‘yurt’ ararken Boğaziçi’nin akıntısında yüzmeye çalışan yaban domuzları görülür olmuştu. Bunların kimine otomobil çarptı, kimi akıntıya kapıldı, kimi korkuyla gizlendiği bir kuytuda açlıktan öldü. Bu hafriyat rejiminin sahipleri ve muhipleri, o vakitler bunun bir ekosistem bozulmasına işaret ettiğini söyleyenleri “kalkınmanın karşısında olmak”la, “dikili bir ağaçları olmadığı halde ağaçları savunma bahanesiyle ülkenin kalkınmasına engel olmak”la suçladılar.Oysa şimdi, bırakın habitattaki yıkımın orta ve uzun vadede ortaya çıkacak ölümcül etkilerini; distopik robotlar gibi, kontrolsüz bir iştahla ve daima aceleyle oradan oraya vızırdayan hafriyat kamyonlarının yol açtığı ölümler bile bir “yekün” oluşturmuş durumda. İnşaat görünümlü bu yıkım, “adalet” ve “kalkınma” kavramlarıyla müsemma olan bir rejimin “kalkınma” tarafındaki icraatına ilişkin etkili bir fikir veriyor.
“Adalet” tarafında da işlerin benzer bir “hafriyat kamyonu performansı”nda olduğu herkesin malumu. bir haberin kaynağı olduğu iddiasına dayanarak casuslukla suçlanan İstanbul milletvekili Enis Berberoğlu’nun, CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu da içinde bulundukları ‘inatçı atalet’ten kurtaracak şekilde, 25 yıl hapis cezasına çarptırılarak tutuklanması, bu freni patlamış kamyona karşı toplumsal bir direnç geliştirme umudunu ortaya çıkardı. Berberoğlu’nun tutuklanan ilk milletvekili olmadığı, HDP’nin eşbaşkanları da dahil binlerce Kürt siyasetçinin, onlarca gazetecinin ve onbinlerce sivilin aylardır tutuklu bulunduğu gerçeği; şimdi CHP öncülüğünde başlayan ve tam da iktidarın adına taşıdığı ama hayattan kazıdığı “Adalet”i talep eden yürüyüşü gecikmiş, kadük olmuş bir tepkiye dönüştürmüyor. Bu yürüyüşün, kadük olup olmama konusundaki kaderini temsil ve talep ettiği adalet arayışının “sınırları” belirleyecek.
Şöyle ki…
Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara Güvenpark’tan İstanbul’a doğru bir uzun yürüyüş başlattığı 15 Haziran günü, perişan haldeki üç köylü, çıkarıldıkları Van Adliyesi’nden serbest bırakıldı. Bu üç yurttaş, Van’ın Gevaş ilçesi emniyet müdürlüğüne bir roket saldırısı düzenlenen 9 Haziran akşamı bölgede mantar toplarken, “teröristlere yönelik operasyon” ile gözaltına alınmış, bizzat Valilik tarafından olayın faili olduklarını “itiraf” ettikleri yönünde bir açıklama yayınlanmış ve (söz konusu “itiraf”ın mahiyetini de gösterecek şekilde) işkence edilmiş, hatta halen edilmekteyken çekilen fotoğrafları, çeşitli milliyetçi ve İslamcı “fenomen”lerin sevinç çığlıklarıyla sosyal medyaya fırlatılmıştı. Yüzü gözü kan içinde bırakılmış, birinin burnu kırılmış, başları postal ile ezilmiş bu köylülerin “olayın faili” oldukları birkaç saat içinde büyük yaygarayla ilan edilmişti; ama mantar toplayan köylüler olduklarının kabullenilmesi 1 hafta sürdü ve tam da Kılıçdaroğlu’nun yürüyüş kolu Eryaman’daki ilk konaklama noktasında dinlenirken “sessiz sedasız” serbest bırakıldılar. İşkence şakşakçısı bir iki zamane İslamcısının samimiyetsiz “vicdan” gösterisi dışında da bu köylüleri terörist ilan eden kimseden ses çıkmadı.
19 Haziran günüyse, Mardin Kızıtepe’de 2004 yılında henüz 12 yaşında bir çocukken evinin önünde babasıyla birlikte kurşun yağmuruna tutularak öldürülen ve vücudundan 13 kurşun çıkan Uğur Kaymaz anısına ilçe merkezindeki kavşağa dikilen heykelin yerine bir “saat kulesi” dikildi. İlçenin aralık ayında tutuklanan seçilmiş belediye başkanının yerine atanan “Kızıltepe Kayyumu”, avuçlarında barış güvercini bulunan iki çocuk heykelini bir süre önce TOMA ve zırhlı araçlar eşliğinde sökmüştü ve şimdi onun yerin, manasız, rüküş bir saat konduruyordu.
Türkiye için Kürt sorunu, tarihsel olarak bir “adalet”, “adillik”, “eşitlik” sorunudur. Ve Türkiye’nin aslında hep varolan “adalet sorunu”, en sık ve en çok “Kürtlerin sorunu” olagelmiştir… Adaletten çoktan vazgeçmiş, kalkınmayı bir yıkıma dönüştürmüş siyasal iktidara karşı “Adalet” talebiyle yürüyüşe geçen ‘anamuhalefet’, Türkiye’nin temel sorunlarını çözmeye yönelik tarihsel ve toplumsal bir ‘mutabakat’ arayacaksa, başta bu gerçeğe uygun davranmanın yollarını bulmak zorunda olacak. Umut var mı? Elbette var. Türkiye toplumunun ağır baskı ve tehdit altındaki farklı kesimleri, birbirini giderek daha çok anlayan ve ortaklaşabilecekleri noktaları arayan, daha gerçekçi bir noktaya geliyor. Ankara’dan İstanbul’a yürüyen kortejde tutuklu HDP’li vekilleri anan CHP’liler; HDK’nın yürüyüşe destek çağrısı; anlık güçlerinden bağımsız olarak, birleşik bir toplumsal muhalefet için ‘menteşe’ önemine sahip sosyalistlerin olumlu, yapıcı tutumu… Bunlar “subjektif” koşullardaki iyi işaretler. Nesnel olarak ise demokrasi ve adalet, iktidar çevresindeki küçük bir kesim dışında giderek herkesin “güncel sorunu” olmaktayken; neoliberal-İslamcı politikaların silindir gibi ezdiği, neredeyse tüm sosyal haklarından ve politik varlığından arındırarak bir lütuf-niyaz ilişkisine hapsettiği emekçiler açısından durum giderek “borçlarımızdan başka kaybedecek bir şeyimiz yok” noktasına gelmekteyken, birleşik bir toplumsal direncin imkanı artıyor. Zaten, aynı günler içinde, haksızca atıldıkları işlerini talep eden açlık grevcilerine destek olmak isteyenlere, başka KHK mağdurlarına, direnişteki PETKİM işçilerine polis zoru kullanılması, işkencenin sulu şakalar işliğinde bir marifet gibi övülmesi, 13 kurşunla öldürülmüş bir çocuğun heykelinin sökülmesi vs. “salt kötülük” olsun diye yapılmış “icraat”lar deği, bir bakıma siyasal ve nesnel zorunluluklardır. Veli Saçılık’ı devletten geriye kalan tek kolundan sürükleyerek durdurmaya, Uğur Kaymaz’ın anısını tipsiz bir saat kulesiyle unutturmaya çalışan bir boşunalık.
Saat kuleleri, herkesin bir saate sahip olamadığı ama giderek herkesin saati bilmeye ihtiyacı olduğu, ticaretin hızla geliştiği dolayısıyla “vaktin nakit olduğu” Yeniçağ Avrupa kentlerinde bir tür kamu hizmeti olarak ortaya çıkmıştı. Osmanlı’da ise yaklaşık 500 yıl sonra, ta 19. Yüzyılda, daha çok devlet otoritesini ve onun çarpık “batılılaşma” anlayışını temsilen görülür oldu. "Fani Efendi" adıyla bilinen Süleymaniye doğumlu Kürt şair Abdülbaki Fani’nin, bu yazının girişinde alıntılanan ve 1892’de Adana Seyhan’a dikilen saat kulesi için yazdığı dizeler de bu hakikati vurgular. Osmanlı, işe ve ibadete gidilecek saatlerin tayini için Adana’nın ortasına bir saat kulesi dikmiştir ve “Saat çalarken aslında hükümet seslenmektedir”… Bugün, herkesin elindeki telefonda ya da kolundaki saatte vaktin kaç olduğunun görüldüğü bir zamanda, tarihi ve mimari bir değeri yoksa saat kulelerinin hiçbir pratik anlamı yok… Ama “Kızıltepe Kayyumu”, Uğur Kaymaz heykelini kaldırmak için o kadar sabırsız ve yerine bir şey koymak konusunda o kadar çaresiz ki, o manasız saati konduruveriyor ilçenin ortasına. “Zahiren saat çalıyor” ama “manen hükümet sesleniyor”: Bu saatte ne kadar maneviyat varsa hükümetimizde de Kızıltepe’ye karşı o kadar maneviyat var, diyor adeta.
Bu esnada İstanbul’da hafriyat kamyonları insanları biçiyor, Ankara cezaevlerinde iki genç zalim bir kibirle ölüme terk ediliyor, bir kalabalık adalet için Ankara’dan İstanbul’a yürüyor…