Bremen'den Cizre'ye: Leyla...
Aslı Özarslan ile 'Dil Leyla' filmi hakkında konuştuk. Özarslan, "Leyla, barışa inanıyordu" dedi.
Evrim Kaya evrimkaya@gmail.com
DUVAR - Berlin doğumlu genç yönetmen Aslı Özarslan’ın Almanya’da vizyona giren filmi 'Dil Leyla', Cizre’nin görevden alınan belediye başkanı Leyla İmret'in, büyüdüğü Alman kenti Bremen’den memleketine dönüşünü ve sonrasında yaşananları takip ediyor. Evrim Kaya filmin yönetmeni Özarslan’la Almanya’da buluştu.
Geçtiğimiz haftalarda Almanya’da vizyona giren belgesel 'Dil Leyla'dan geriye şimşekler gibi çakan birkaç görüntü kalıyor: Önce bir marş, kırmızı sarı yeşil yazmalar, yumruğu havada bir çocuk. Ardından can havliyle koşuşturmalar. Meşum 92 Newrozu...
Sonra üstünde mor bir elbiseyle bir arabanın içinden halkı selamlayan Leyla İmret. Zafer işareti; Leyla’nın zafer ve neşeyle dönüşü.
Ve göz açıp kapayıncaya kadar geçen olağan hal. Çarşıyı dolaşan, esnafın derdini dinleyen sıradan bir belediye başkanı. Yeni yapılan mezbahayı teftiş.
7 Haziran akşamı. Kısacık bir neşe, bir tedirginlik, sonra sessizlik.
Nihayet yıkıntılar arasında. Kuşatmanın ardından, öfke, karanlık, direnç ve inat.
İMRET'İN SERÜVENİ SON BARIŞ UMUDU
Berlin doğumlu genç sinemacı Aslı Özarslan’ın prömiyerini IDFA’da yapan, esasen Ludwigsburg Film Akademisi'ni bitirme projesi olan filmi, son birkaç seneye sığan ağır hakikati takip ediyor, özetliyor ve ister istemez yeniden yaşatıyor. Leyla İmret’in serüveni elimizden kayıp giden son barış umudunun hikayesi için bir sembol. Hafızamız, bu kadar yeni olduğuna inanması zor resimlerle dolu. Bremen’den kalkıp gelen Leyla: ülkenin en genç belediye başkanı. Çatışmada ölmüş bir gerillanın kızı.
Geçmişe sahip çıkıyor, ama artık barış ve siyaset zamanı olduğuna inanıyor. Çocuk parkları yapmak, Cizre’yi büyüdüğü kuzey kenti Bremen gibi ağaçlandırmak için çalışıyor. Ana akım medyaya da bir demokrasi zaferi olarak düşüyor: Masal şehri Bremen’den gelen sarı saçlı bir prenses. Sadece onun varlığı artık doksanlarda olmadığımıza dair bir alamet. Görevden alınıp terörist ilan edilmesinin an meselesi olduğunu seziyor muyuz? Hatırlamak güç. “Şimdiki zaman” denen şeyin garip bir kibri var; daha yaşanırken ölüyor olduğu halde kendini nasıl hakiki ve mutlak sanıyor....
Filmin Berlin’deki gösteriminden önce buluşup konuştuğumuz yönetmen Aslı Özarslan, Leyla’yla yaşıt. Onu bu hikayeye yönlendiren şeyin bir tür özdeşlik hissinden doğan merak olduğunu, her şeyin Leyla İmret üzerine okuduğu küçük bir gazete haberiyle başladığını anlatıyor:
“Benim yaşlarımda, Almanya’da büyümüş genç bir kadın neden Cizre’ye dönmeye karar vermişti? Siyasi tecrübesi olmayan genç bir kadın, bir kriz bölgesinde yaşamaya, dahası belediye başkanlığı gibi bir sorumluluğu yüklenmeye neden gider? Elbette sonrasında neler olacağını da merak ettim; başarabilecek mi? Babasının PKK’li olması, çatışmada öldürülmüş olması gerçeği var, doğru. Evet bir geçmişi var, ama o geçmiş bugünde nasıl bir rol oynayacak? Leyla çözüm yolu olarak siyasetin yöntemlerini ve diyaloğu seçmişti. Cizre’ye dönerek bir yandan kendi yaşadığı travma ile mücadele etmiş oluyordu.”
Özarslan’ın yapmayı planladığı, projesini yazdığı filmle ortaya çıkan film arasındaki uçurum birkaç senedir içine düştüğümüz bataklığı basitçe özetliyor: “Elbette yola çıkarken çekeceğimi düşündüğüm film bu değildi. Gerçekler kafamdaki konsepte uymadı, dolayısıyla her şeyi sinemayla nasıl anlatacağımı durup en baştan düşünmek zorunda kaldım.”
Yönetmenin yapacağını sandığı film, barış döneminin zorluklarıyla, geçmişin travmalarıyla baş etme meselesiyle uğraşan bir filmmiş. “Dil Leyla” da böyle bir film gibi başlıyor. Küçük bir kızken terk ettiği Cizre’ye genç bir kadın olarak dönen Leyla İmret, kuşkusuz çok şey paylaştığı ancak bir yandan çok yabancısı olduğu bir kentin belediye başkanı olarak sıradan zorluklarla karşı karşıya. Otoritesini kurabilecek mi? Gece gündüz kapısını dertleriyle aşındıran bu insanlarla nasıl uğraşacak? Bu haliyle bir kuzey kentinde çok da farklı yaşanmayacak bir hikayeymiş gibi... İlk zamanlar için şöyle konuşuyor Özarslan:
“Aralık 2014’te tanıştığımızda henüz göreve gelmişti. Onun için diyalog çok önemliydi, her şeyi diyalogla çözmek istiyordu. Cizre’ye kendinden bir şey verme amacıyla gitmişti. Hep yasal bir çerçeve içinde düşünüyor, yasal yolların işlediği tarafta duruyordu. Elde etmek istediklerini siyasetle elde etmek istiyordu. Cizre’nin nasıl bir yer olduğuyla ilgili az çok bilgimiz vardı, neler olacağını merak ettim. Bunu nasıl başarabilirdi? Parklar inşa edecek, ağaç dikecek...
Bana göre bunlar kendi çocukluğunda eksik olan, yaşayamadığı şeylerin ipuçlarını taşıyordu. Şimdiyse, çocukluğunu yaşayamadığı bu kentteki çocuklara kendisi bir çocukluk armağan etmeye çalışıyordu. Kendi çocukluğunun deliklerini kapamaya, şehri değiştirerek geçmişi bir parça kafasından atmaya çalışıyordu belki... Filmim de başlangıçta bununla ilgiliydi: Oradaki insanlarla nasıl temas kuruyor? İnsanlar ona nasıl yaklaşıyor? Önce sıradan günlük hayata tanık oluyoruz. Sonra her şey yerle bir oluyor.”
Her şeyin bu iki cümle arasındaki ani geçiş gibi yaşandığına inanmak zor. Başta bunu bir tür eleştiri olarak ifade ettiğimi anlatıyorum yönetmene. “Oralar biraz hızlı geçiyor, sanki tam ne olduğunu anlamıyoruz?” Sonra kendi hafızamı biraz sallıyorum, aynı şey dökülüyor: Bir Newroz barışın kapımızı nihayet çaldığına inanıyoruz, bir diğerinde yerle bir olmuşuz.
O zaman filme nasıl devam ettiniz?
“Bir ara şöyle bir noktaya gelmiştik: Biz Berlin’de Cizre’den gelecek yanıtı bekliyorduk, Leyla’nın ailesi de Bremen’de bekliyordu. O zaman Bremen’deki aileyle filme devam etmenin bir tür ayna olacağını düşündüm. Biz Cizre’ye gidemiyorduk, öyleyse telefon konuşmalarını kaydetmeye başladık. Bu açığı bir ses kolajıyla kapamaya çalıştık.” Bu tercih izleyeni yine 90'lara götürüyor, ister istemez akla başka Kürt coğrafyası hikayeleri düşüyor.
Özarslan’a Leyla İmret ile kurduğu ilişkiyi sorunca bir sinemacı olarak mesafe kurmanın önemine inandığının altını çiziyor. İkisinin de Almanya’da büyümüş olmasının onları bir araya getirdiğini görmek güç değil. “Leyla için bir kürsü olduğumu düşünüyorum” diyor yönetmen: “Bir iletişim kanalıydım. Bu her politikacı için benzer bir fırsata işaret eder. Kameranın benzer bir etkisi vardır. Hem bir tür gard alırlar, hem de onu olabildiğince iyi kullanmak isterler.”
Neticede bir belgesel için epey kısa bir zamanı birlikte geçirebildiklerini anlatıyor. Araya giren kuşatma ve savaştan, sokağa çıkma yasaklarından sonra Avrupalı bir delege ekibiyle birlikte son kez Cizre’ye tek başına gidip beş gün çekim yapmış. “Tek başıma gittiğimde durum değişmişti. Hem o ‘resmen’ belediye başkanı değildi artık, hem ben yalnızdım. O yüzden çok daha yoğun bir deneyim yaşadık.”
Film boyunca Leyla’yı takip eden kameraya zaman zaman yarım bir gülümseme yansıyor. Tam olarak gülememe hali... Hep bir güvensizlik mi bu? İnsan bu genç kadının ne kadar yalnız olduğunu düşünmeden edemiyor.
“Leyla çocukluğundan beri politikayla hep ilgiliymiş. Avukatı iltica başvurusu yaptığı için Almanya’da yüksek öğrenim yapamadığını anlattı. Hep bir mücadelenin parçası olduğunu hissetmiş, hep cesur olmak zorunda kalmış, hep bir hedefi varmış. Ama Cizre çok kaotikti. Etrafında durmadan eteklerini çekip bir şeyler isteyen seçmenler var gibiydi. Akşam onda evinin kapısını çalıp dertlerini anlatıyorlardı. Herhalde bu yüzden belli bir iç huzuru koruması gerekiyordu; her şeye tepki veremezdi. Heyecanlandığını hiç görmedim, heyecanlandıysa bile belli etmedi. Galiba böyle de olmak zorundaydı. Belki aksi halde kaybolacaktı.”
'LEYLA BARIŞA İNANIYORDU'
Sence Leyla barışa gerçekten inanmış mıydı, diye soruyorum. Bu kez farklı olacağını gerçekten düşünüyor muydu?
“Evet. Bence inanıyordu. Barış süreci diye bir şey vardı ve gerçekti. İnsanlar buna inanıyordu, en azından ben öyle gördüm. Bu da bir tür motivasyon ve cesaret verdi. Aksi halde dönmezdi Leyla. İki taraflı ateşkesi görmüş ve tamam, artık altyapı gibi şeylerle, sıradan dertlerle uğraşacağımız bir ortam var demişti. Bu kentteki insanlar normal bir gündelik yaşam istiyor çünkü. Sokaklar, lambalar, pazarlar, çocuk bahçeleri işlesin istiyor. Herhangi bir kentin sakinleri gibi... İnsanlara bu gündelik hayatı verebilmek istemişti ve barış süreci bunun için gereken ortamı sağlar sandı. Bir yandan elbette zihni işliyordu, gerçekçiydi. Ama inanıyordu.”
Filmde tanıştığımız İmret ailesinin Cizre’deki üyeleri arasında Leyla’nın erkek kardeşi ve annesi de var ve onlara bakmak iki neslin bu sürece yaklaşımı arasındaki farkları açıkça önümüze seriyor.
“Annesi hep gerçekçiydi. En başından itibaren Leyla gelmesin diyordu, çünkü kızını düşünüyordu. Burası Cizre, hiçbir zaman ne olacağı belli olmaz.”
7 Haziran akşamı televizyon başında sonuçları takip eden ailenin sevincinin arkasındaki tedirginliği, Leyla’nın ya da kardeşinin değil annelerinin haklı çıkışına giden yolu, bu yolu adım adım izlemenin verdiği şaşkınlığı bir tür sükunet ve sessizlik izliyor.
Bu sessizliği belirleyen elbette kurgunun ritmi. Özarslan kurguyu 2016 başında tamamladıklarını söylüyor: “Bu kaosun ortasında sessizlik bizim için önemliydi. Herkes sessiz ve şaşkındı sahiden.” Yine de filmi umutsuz bitirmek istemediklerini anlatıyor. Leyla İmret’in akşam vakti güleç çocuklarla birlikte gökyüzüne dilek fenerleri göndermesiyle bitiyor film. “Umutsuz bitsin istemedim. Nasıl bir umut bu bilmiyorum, işin o kısmını herkes kendisi düşünecek.”
Film adını Leyla’nın babasının bir operasyonda öldürülmeden önce kızına hitap şeklinden alıyor: Kalbim Leyla. Babasının kalbinde, Leyla’nın Mona Lisa gülüşünde saklı bir küçük umut. O gülüşten (hep bir tedirginlikle karşılanacak) yeni bir umut bir gün elbet yeşerecek. Ama bu masal şimdilik böyle bitti; bir kez daha yıkıntılar içindeki memleketini terk etmek zorunda kalan İmret’e bakarken başımız eğik. Kursakta kalan ufacık bir heves kadar acı ne var bu dünyada?