Neden herkes o duvarın önünde fotoğraf çektirmişti, hâlâ ilgi çekici bir soru benim için. Başka yer mi yoktu, fon mu bulunamıyordu, neden hepimiz o duvarın önünde poz verdik onca zaman? Neden nereye gidersem gideyim, ne kadar uzaklaşırsam uzaklaşayım hep o duvarın önünde çekilen fotoğraflar geliyor aklıma? Şair diyor ki, “Yeni bir ülke bulamazsın. Başka bir şehir bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir...” Bu yüzden mi? Şehir hep takip ettiğinden mi? Ne diye aynı briket duvarı ve önünde çekilen fotoğrafları hatırlar insan?
Stüdyoda poz verilen yılların sonuydu çocukluğum. O zamanlar fotoğraf, fotoğrafçıya giderek çekiliyordu. Bizim de var öyle bir iki pozumuz. Aile fertleri giyinip süslenmiş, takmış takıştırmış, durmuşlar objektifin önünde. Çok güzel görünüyor hepsi. Hele bir ikisi beni benden alıyor, yalan olmasın. Birinde anne babam ve ablalarımın ikisi. Üçüncü nerede Allah bilir. Ankara’da odamın duvarında asılı kaldı uzun yıllar. Briyantin mi, limon mu sürmüş nedir, kalıp gibi duruyor babamın saçları. Annemin başı kapalı ama o yıllarda biraz perçem görünüyor önünde. Köyden kente göçmüşlerin dizde pardösülü dönemi; kadın akrabaların hepsi böyle. Saçlar kapalı fakat tam da değil. Dindarız, muhafazakarız, örf adetlere bağlıyız ama şehirdeyiz de. Biraz da şehirli olmak, uyum sağlamak gerek, ‘asrileşmek’ dediğin çaba gerektiriyor. Babam Haydarpaşa’ya indiğinde ilk kez, Beyoğlu’na gidecekmiş, Ağa Cami’nin yakınında bir terzinin yazıhanesinde kalmak için. Boynuna kravatı takmışlar, Beyoğlu’na böyle çıkılmaz diyerek! O kravat, okuldaki çalışma masamın sol çekmecesinde kaldı yıllarca. Açıp bakıyordum arada sırada. Özellikle çok yorgun ve kızgın hissettiğim zamanlarda, benim için köyden şehre göçün, haliyle ‘direncin’ sembolü olan o kravata bakmak iyi geliyordu. Her gün o terzi dükkanından kilometrelerce yürümüş çalıştığı yere. Gece de dönüp orada uyumuş, hanımıyla kızlar İstanbul’a gelip de ev tutana dek. Nereden geldim şimdi bu hikâyeye?! Evet, babamın amcamlarla çektirdiği fotoğraf. İki kardeşini yanına alıp üç erkek kardeş fotoğraf çektirmişler. Arkasına da duygusal bir şeyler yazıp köye göndermişler, ana babaları gurur duysun diye. Nasıl şık ve yakışıklı üç kardeş. Hepsinin saçı parlıyor. Takım elbise giymiş köylü çocukları. Şehri kendine benzetme dönemi değil daha, geldikleri mekâna uyum sağlama yılları.
İşte yıllar sonrasında, ben daha epey küçükken fotoğraf makinesi girdi eve. Hatırlıyorum çok ilkel bir şeydi ama işe yarıyordu. Bir de Sovyet malıydı sanırım, şu tepeden bakılan makinelerden vardı birilerinde. Bugün hâlâ çok şık geliyor o fotoğraf makinesi. Bir akrabamızındı ve epey çektirdiğimizi hatırlıyorum. O tarihten sonra bir süre daha çok özel günlerde gidildi fotoğrafçıya ve geri kalan zamanlarda kendi makinemizle çeker olduk artık. Yine de büyük olay tabii fotoğraf çekmek. Eve gelen kim var kim yok hepsiyle çekiliyor ve sonucunu günler sonra görüyorsunuz. İşin yoksa çoğaltmak için sayı hesapla, işaretle ve herkese yaptır. Şimdi düşününce zevkliymiş aslında. İşte o dönem, evin çeşitli yerlerinde ama özellikle o bahçe duvarının önünde poz vermişiz. Neden o bahçe duvarı? Muhtemelen bu yönde verilmiş bir karar filan yok! Her yerde poz verilmiş, salonda, terasta, ama mutlaka bahçede o duvarın önünde. Bahçe evin arkasındaydı. Şimdi düşününce çok da büyük değilmiş ama o zaman her şey gibi o da büyük görünüyordu gözüme demek ki. Sonrasında mutfağa katılan arka balkondan bahçeye bakılıyor. Bahçeden, evin deposuna açılan bir demir kapı vardı. Hemen her şiddetli yağmurda o bahçeye, oradan da demir kapının bir türlü kapatılamayan aralıklarından depoya su dolardı. Garip bir biçimde pek az şey hatırladığım çocukluktan, o su ‘tahliye operasyonları’ kalmış aklımda. Depoda kömür olduğundan çok da riskli bir durumdu tabii. Bahçeye inen sel neden engellenemedi yıllarca, hatırlamıyorum. Duvarın hemen dışında da emme basma tulumba vardı. Oyuncağa benzediğinden olsa gerek tulumbayı hep güzel bir şey olarak hatırlıyorum.
Balkondan seyretmeyi çok sevdiğim bahçenin üç duvarı briketle örülmüştü. Sıvasız, çok da düzgün dizilmemiş ya da düzgün örülmüş de olsa her zaman biraz çarpık çurpuk izlenimi veren duvarlar. Duvarların arasında biraz ot çiçek ve malta eriğiyle şeftali ağacı. Çok güzel ağaçlardı ve iyi meyve veriyorlardı hakikaten. Yeşilliğin arasında küçük taşlarla yürünebilecek kısacık yollar. Oraya masa sandalye indirilir, çay kahve içilir, semaver yakılır. Şehrin kenar mahallesinde gecekondudan apartmanlaşmaya doğru giderken, o şehir içindeki betonarme evde hiç olmazsa bir ağaç altında oturabilmenin zevkini tatmak içindi, bahçe. Patatesli börek kokusuydu mesela. Siyah çizgileri olan beyaz plastik toptu. Pazardan alınmış Mekap marka ayakkabılardı. Yıllar sonra bu marka spor ayakkabılar bambaşka bir şeyle özdeşleşti Türkiye’de. Oysa o zaman pazardan alınabilecek, bizim mahallede hayali kurulabilecek ‘en baba’ pabuçtu. Akrabaydı arka bahçe. Kalabalıktı. Birlikte içilen çaylardı. Su böreğiydi ve kakaolu kekti. Anne babaydı. Ama o sıvasız briketler, sanırım en çok da mensup olunan tabakanın alametiydi. O günlerde hiç bilmediğim, anlamadığım bir dahil olmanın, ait olmanın alametiydi. Belki de bu nedenle her sıkıntı, her güçlük, her yoksulluk ve her hüzünlü insan hikâyesi o duvarları hatırlatıyor bana. Gördüğüm her sıvasız duvar. Nereye gidersem gideyim, şehri bilemem ama o bahçe duvarı da beni takip ediyor. Çoğumuza fon olan, sıvasız bahçe duvarı. Misal, çeyrek yüzyıl önce Londra’da, aylarca kendi dilimi konuşan birileriyle iletişim kurmamışken, gittiğim bir kaç katlı kitapçının bir koridorunda üzerinde ‘Turkey’ yazan turistik kitabı karıştırıp içinde Beyazıt’taki Bakırcılar Çarşısı’nda bakır döğen bir yaşlı adamın fotoğrafını babama benzetip ağladığımda da, aklımda o bahçe ve briketten duvarları vardı...
Nereden geldi aklıma şimdi şu duvar! Garip, hatta belki saçma gelecek ama ayın 19’unda, Agos’un binasına asılmış devasa Hrant Dink fotoğrafını gördüğümde hatırladım yine bizim bahçe duvarlarını. Nasıl tarif edebilirim? Anlatabileceğim çağrışımlar var. Bir de dilimin dönmeyeceği, sözcük dağarcığımın yetmeyeceği, betimleyemeyeceklerim. Hrant Dink’in bir kaldırımda oturmuş güzel fotoğrafı, katledildikten sonraki yıllarda okuldaki odamın duvarındaydı. Sağ üst köşede. Biraz sol altta ise yukarıda söz ettiğim eski aile fotoğrafı vardı. Birbirleriyle hiç ilgisi olmayan insanlar, hiç hesap etmeden aynı duvarda yan yana durdu yıllarca. Ayın 19’unda binanın üzerine örtülmüş o koca portreyi gördüğümde, yoksulluğu ve yoksunluğu tecrübe etmiş Dink’in ifadelerindeki insancıllığı düşündüm. Para pulla işi yoktu malum. Bir derdi vardı ve katledilmesinin tek ama tek nedeni, mutlak anlamda dürüst bir insan oluşuydu. Barışçıl ve hakikaten dürüst oluşu. Malatyalı Hrant Dink, dürüst, açık sözlü, kurulu düzeni ürkütecek kadar açık sözlü ve dirençli olduğu; memleketini terk etmek istemediği için katledildi, herkesin gözleri önünde. İyi bir insan olduğu için. Kendisinin söylediği gibi, bu topraklarda gözü vardı ama alıp götürmek için değil, en dibine girmek için.
O fakülte duvarındaki bakışı, hiçbir zaman karşılaşmadığı insanlarla, diğer iyi kalpli insanlarla bir aradaydı yıllarca. Zihnimdeki çağrışımları tam olarak tarif edemiyorum şu an ne yazık ki. Bir gün Hrant Dink’in Malatya’da doğduğu evle ilgili bir şeyler okumuştum, yanında fotoğrafı da vardı. Okuduğunuz yazının ilk cümlesinden bu yana o evin görüntüsü, duvarları gözümün önünde. İşte bizim bahçenin duvarları ile Malatya’daki o evin sıvalı duvarı andırıyor birbirini. Yok hayır, görüntüleri değil, hissettirdiği duygu buna neden oluyor. Çağrıştırdığı. Bu yüzden sanırım Dink’in doğduğu evden söz etmek için, bizim bahçenin briketle örülmüş duvarlarını ve önünde çektirdiğimiz, çektirilen fotoğrafları anlatmak istedim.
Dedim ya, bazen gerekli sözcüğü, sözcükleri bulamıyorum, istediğim gibi anlatamıyorum. Bu yazı bu kadar oldu işte... Hrant Dink bir fotoğraf, görüntü ve ses, onu sevenler, özlemle arayanlar için. Bizim duvar da yok artık. Bahçe de. Ağaçlar da. Briketlerin önünde fotoğraf çektirenlerin bir kısmı, yüzlerinden ve belleğimize değen seslerden ibaret. Giderek silikleşen hayalleri ile. O hayallerde, yoksulluk, mutluluk, iyilik, direnç ve kanaatkârlık var...