Yönetmen Alex Garland'ın dördüncü uzun metrajlı sinema filmi "Civil War" (İç Savaş), distopik bir dünyada geçen bir gerilim/dram filmi görüntüsü altında çok daha derin, politik ve sosyal konulara parmak basan, üstelik günümüz dünyasını ve yaşadığımız olayları gözlemleyince daha güncel bir çerçeveye oturan bir yapım.
Kuşkusuz özellikle 2000-2015 yılları arasında Hollywood sinemasının ‘iştahını kabartan’ distopik dünya kurma örnekleri günümüze kadar değişik filmlerle karşımıza geldi. Ancak bu örnekler de belli bir zaman sonra aynı şablonları işlemeye, benzer psikolojik süreçleri sunmaya ve (kendi içlerinde) bazı ‘klişelere’ sığınmaya başladılar: Sırasıyla teknik açıdan başarılı bir şekilde resmedilmiş ‘bitik’, yıpranmış, yıkık ve kirlenmiş bir dünya, bu düzene alışmışken aniden baş kaldıran bir başkarakter ve filmde sunulan ‘iyiler’ ve ‘kötülerin’ yer değiştirdiği ‘ahlakçı’ bir son…
Genelde baş düşman olarak uzaylı yaratıkları veya geleceğin dünyasının ‘kontrolden çıkmış’ aygıtlarını seçen bu tür filmler, tehlikenin belli bir ülkenin sınırlarından taşarak bütün dünyaya yayılmasını ve genel hatlarıyla insanlığın birlik olup bu tehlikeye karşı savaşmasını gösteriyordu. Sonuç ise çoğu zaman bir ‘Amerika’ ve ‘Amerikalılar’ güzellemesi taşıyan, bir kahramanlık destanı havası estiren ve bütün sosyal sınıfların ortak bir ‘dış’ düşman karşısında birleşmesini öğütleyen bir yapım oluyordu.
Alex Garland, filmiyle birçok şekilde bu katı kuralları ve şablonları yıkıyor: Öncelikle hikayesinin kalbini dünya ölçeğine yaymadan sadece bir ülkeye (yani Amerika’ya) ‘kilitliyor’! Ülke içinde yaşanan kargaşayı, kaosu ve tehlike ortamını bir uzaylı istilasına, (çevrenin kirletilmesinden dolayı yaşanan) bir doğa isyanına veya salgın bir hastalığa bağlamıyor. Sadece gelişmemiş ülkelerde olabileceğini sandığımız etrafa kan ve acı yayabilecek bir durumun Amerika gibi çok gelişmiş (hatta belki en gelişmiş) bir ülkede de yaşanabileceğini gözler önüne seriyor.
İşin daha da ilginç kısmı yönetmenin hiçbir ‘yan yola sapmadan’, amiyane tabirle adeta konusunun ortasına ‘bodoslama’ bir şekilde dalması veya başka bir deyişle ‘rahatsız edecek yerden’ hikayesini kurması hiçbir şekilde ütopik bir hava estirmiyor aksine senaryosunu çok daha gerçekçi ve sağlam temellere oturtuyor!
Hikayeye bakacak olursak: Amerika’da bir iç savaş patlak vermiştir ve bazı federasyonların kendi ordularıyla Pentagon'u basmak ve başkanı devirmek gibi bir amaçları vardır. Bütün ülkeyi adeta allak bullak eden bu iç savaş neredeyse ülkenin her şehrine sıçramış ve doğal olarak medyanın da inanılmaz derecede ilgisini çekmiştir. Oldukça ünlü ve deneyimli bir savaş muhabiri olan Lee Smith, arkadaşı Joel ile birlikte belki de başkanla öldürülmeden (!) son bir röportaj yapmak için Wsshington DC’ye doğru yola çıkarlar. Biraz emrivaki bir şekilde yanlarına aldıkları eski bir meslektaş ve savaş fotoğrafçılığı kariyerine başlamak isteyen genç Jessie de onlara katılır. Ancak bu yolculuk çok tehlikeli ve yorucu olacaktır.
YÖNETMENİN SORULARI
Yönetmen Alex Garland öncelikle Amerika’daki bu iç savaşı çok sert çarpışma sekansları, gergin bir ortam, giderek ‘kötülüğe’ kayan karakterler eşliğinde anlatırken asla konusunun özünden kopmuyor: Bu iç savaş neden patlak verdi? Aslında kendisi de bu sorunun kesin bir cevabını vermiyor daha doğrusu olayları bütün çıplaklığıyla verip yargıyı ve değerlendirmeyi seyirciye bırakıyor.
Ama yönetmenin kesin bir cevap vermemesi onun hikayesini belli bir çerçeveye oturtmasının ve ilginç sorgulama ‘kanalları’ açmasının önün tıkamıyor.
Bu iç savaşın ateşleyici fitili neydi? Neden ilerici tanınan California ve tutucu bilinen Teksas eyaletleri bu savaşta güçlerini birleştirdiler? Başkana karşı yükselen öfke ve nefret sağlam temellere dayanıyor muydu?
Gerçi inceden de olsa film ilerledikçe bazı ipuçları bulmuyor değiliz. Konuşmalar ve açıklamalar sayesinde o zamanki başkanın FBI’yi belli ölçüde dağıtması, sivil halkı bombalatması ve anayasaya karşı çıkarak bir ekstra yasa çıkartması gibi birçok önemli olaydan haberdar oluyoruz. Ama bizce bu üç olay ülkeye bu hale sokan birçok sebepten sadece üçü…
Filmde yaşanan olayın ülkede yaşanmış kuzey/güney savaşı hatırasına da ‘göz kırptığını’ hesaba katarsak aslında yönetmen Garland çok rahat bir şekilde karşıt tarafları belirleyebilir keskin çizgilerle onları bazı noktalara konumlandırabilirdi.
BULANIKLAŞAN CEPHELER VE SOYUTA KAYIŞ
Yönetmen Garland iyiler ve kötüler, tutucular ve ilericiler, demokratlar ve cumhuriyetçiler veya liberaller ve anti-liberaller arasında geçen bir savaşı sunmak yerine bu orduların çarpışmasını daha soyut bir arka plana taşıyor. Seyirci olarak bir noktadan sonra hangi tarafın haklı olduğunu düşünmemiz bir yana dursun karşıt cephelerdeki karakterlere karşı bir empati duymakta, onlarla özdeşleşmekte hatta onları somutlaştırmada zorluk yaşıyoruz.
Yönetmen bu tür bir anlatımla ‘isteyen istediğini anlasın’ kibrine veya seyirciyi muallakta bırakma kolaycılığına asla kaçmadan, bizi kargaşa içinde bir dünyaya (tıpkı baş karakterleri gibi) o zamanki kurallar yabancı bir şeklide salıyor. Çünkü "Civil War" aynı zamanda adeta bir ‘cehenneme gidiş’ gibi Amerika’nın diplerine gittikçe daha sert, kanlı ve zalim bir hale bürünen bir yol filmi, bir post-apokaliptik thriller!
Aslında filmde, anlamı artık olmayan bir dünyada bir anlam arama çabası da var. Ama bu varoluşsal ve felsefi çıkarımlara varacak bu arayış çok acımasız bir dünya ve ‘canavarlaşmış’ insanlarla daha sosyal ve politik noktalara da uzanıyor: Artık saf ‘kötülük’ bazı insanların aklına yerleşmiş. Etnik köken veya yabancı gibi durma öldürülme sebebi olabiliyor. Basın mensuplarının savaş ortamlarındaki ‘dokunulmazlığı’ yerle bir edilmiş! Hatta filmdeki bir karakterin dediği gibi Amerikalılar arasında bile ‘Hangi tür Amerikalısın?’ gibi canınla ödeyebileceğin sınıflandırmalar başlamış. Bu dengesiz ve paranoya yaratan dünyada tek ‘sığınma’ mekanları sadece mülteci kamplarını andıran bir bölge ve kendini ülkenin geri kalanından ve yaşanan olaylardan tamamen soyutlamış, adeta cennet bahçesi gibi duran ufak bir kasaba oluyor.
GERÇEĞİ YAKALAMAK
Hollywood sinemasının 1980’li yılların ikinci yarısında "Salvador" veya "Under Fire" gibi filmlerle dile getirdiği ama sonrasında Juliette Binoche gibi oyuncuların da rol aldığı birkaç film dışında uzunca bir süredir unuttuğu savaş muhabirliğinin veya daha genel anlamda bir tür medyanın gücü burada tekrar hatırlatılıyor. Bu tür yayınların sansürsüz versiyonunun gücü, haber vermedeki önemi ve somut gerçeklik arayışı bu kadar birbirinden kopuk hatta birbirlerine düşman olan insanların doldurduğu bir ülkede her zamandan daha fazla ön plana çıkıyor.
Bu tür sekansların en önemlilerinden biri filmin başlarında Lee karakterinin New York’taki otel odasında, tehlikeli yolculuğuna çıkmadan önce başlıyor: Lee televizyonda konuşma yapan ve koltuğu ‘sallantıda olan’ başkan konuşurken onun ekrandaki görüntüsünün fotoğrafını çekiyor. O anda anlıyoruz ki bu fotoğraf çekimi metaforik anlamda ekranı deliyor ve Lee’ nin başkanı kanlı canlı, yüz yüze çekmesinin asıl motivasyonu haline geliyor. Bu motivasyon, gerçekliği bütün çıplaklığıyla ölümsüz hale getirmek isteğinden doğuyor, Amerikalı seçmene, yurttaşa (ve dolayısıyla seyirciye de) onun propagandasını yapma isteğinden değil! Bu fedakârca yapılmaya çalışan gerçek haber arayışı tabii ki aynı zamanda bütün savaş muhabirlerine de bir selam gönderiyor.
Bizce bu film yönetmen Alex Garland’ın gönderdiği bir uyarı! Kendi içinde giderek ‘gömülen’, içten içe çürümeye başlayan, bencilliğin ve zalimliğin tavan yaptığı bir Amerika resmiyle hem başkanlığı sırasında bu doğrultuda ilerleyen Trump dönemine hem de günümüzde giderek saldırganlaşan ve etrafımızda yaşanan bütün savaşlara müdahil olan Biden Amerika’sına sadece çok sert bir eleştiri değil aynı zamanda bir uyarı da getiriyor. Umarız uyarısı duyulur ve dikkate alınır. Daha da geç olmadan!