Çok büyük olacakmış. Dünyanın en büyüğü. Büyük Türkiye’nin orta
çaplı bir ülke büyüklüğündeki 15 milyonluk kentine yeni bir
havaalanı yapılacaksa elbette en büyüğü olmalı. Henüz adı sanı
konmadan açılışı yapılan devasa bir şantiye… Açılış için
gazetelere, televizyonlara reklam vermişler. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Bu sadece bir havalimanı değil, bir zafer anıtıdır.”
sözlerinin eşliğinde “güçlü Türkiye ekonomisinin benzersiz eseri”
olarak takdim ediliyor. Bu benzersiz eserin tam olarak neye
benzediğini iyice anlayabilmek için gazete ilanındaki resme
bakıyorum.

Bir nükleer yıkımla kısır bir karanlığa mahkûm edilen insanların
yer altındaki sığınaklarda yaşamaya çalıştıkları bir distopyadan,
bir “dünyanın sonu” filminden alınmış bir kare var sanki karşımda.
Önde, uçsuz bucaksız boşluğa hükmeden fallik bir göz gibi
tasarlanmış devasa gözetleme kulesi, hemen arkasında eskiden
ağaçların, göllerin, yeşilliklerin olduğu yerde biten, yüzlerce
apronuyla kapkaranlık bir yapı… Fonda devam eden inşaatın çamuruna
bulanmış uçsuz bucaksız bir düzlük ve inşaat tozunun griliğine
bürünmüş gün batımı… Yeni Türkiye’nin yeni zaferi böyle mi
pazarlanıyor artık? Reklamı hazırlatanlar, onay verenler,
eserleriyle öyle gurur duyuyor olmalı ki, binlerce ağacın yok
edilmesi ve şimdilik en az 35 işçinin ölümü pahasına bir kısmı
tamamlanan bu inşaatın yol açtığı yıkımın fotoğrafını gururla
gözümüze sokabiliyorlar.
Bu ilan, sahipleri tarafından belli ki bir distopyayı değil,
Yeni Türkiye’nin nasıl bir yer olduğuna dair bir ütopyayı imlemek
üzere hazırlanmış; ne var ki Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’de
betimlediği heterotopyaları çağrıştırıyor. Şöyle diyor yazar:
“Ütopialar, bir avunma sağlarlar; gerçek yerleri olmadığı
halde yine de, kendilerini açıp gösterdikleri fantastik ve dingin
bir bölge vardır. Onlara götüren yol bir hayalden başka şey
olmadığı halde ütopyalar, geniş caddeli kentlerden, göz kamaştırıcı
bahçelerden, yaşamın çok kolay olduğu ülkelerden söz ederler.
Heterotopialar ise rahatsız edicidirler ve belki de bu durumun
nedeni, bunu ve şunu adlandırmayı olanaksız kılmaları; adları
paramparça ve karmakarışık etmeleri; sözdizimini, hem de cümleleri
kurarken kullandığımız sözdizimini değil, sözcükleri ve şeyleri hem
yanyana hem de karşıtlık içinde 'birbirine tutturma'ya neden olan
ve göze daha az çarpan sözdizimini önceden yıkıma uğrattıkları
için, dilin altını gizlice kazıp oymalarıdır. Dolayısıyla ütopyalar
masallara ve söyleme olanak tanırlar; dile dayanırlar ve masal'ın
temel bir boyutudurlar; heterotopyalar ise ... söylemi kuruturlar,
sözcüklerin yolunu keserler, dilin var olabilirliğine kaynağında
karşı çıkarlar; mitlerimizi çözüp eritirler ve cümlelerimizin
lirizmini kısırlaştırırlar”.
(1)
İlanın kullandığı görsel ve iddia ettiği şey arasındaki bu
tutarsızlık, Foucault’nun heterotopyasına özgü bir rahatsızlık
halini, bir çözülmeyi ifşa ediyor ister istemez. “Cumhuriyetimizin
zaferi kutlu olsun” spotunun akla getirdiği soru şu: Eğer bu
şantiye ve bu kule bir zafer anıtıysa, zafer kime karşı, ne zaman,
nasıl kazanıldı? Ya da başka türlü soracak olursak, bir inşaattan
zafer türetmek ve bunu Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesiyle, bugün
95. yıldönümü kutlanacak olan Cumhuriyet’le ilişkilendirmek nasıl
mümkün olabiliyor?
Bu soruyu Magritte’in Foucault’ya esin veren ünlü resmi “bu bir
pipo değildir”den yola çıkarak yanıtlamaya çalışırsak, öncelikle
“bu bir havalimanı değildir” demeliyiz. Uzunca bir süredir, gitgide
otoriterleşen rejimin ve AKP iktidarının kendi varlık koşullarını
yeniden üretebilmesi, tehdit algısının canlı tutulması ile mümkün
oldu. Bu tehdit algısı, Gezi eylemlerinden Adalet Yürüyüşü’ne her
türlü muhalefetin ve havalimanı işçilerinin haklı taleplerle iş
bırakmasından doların yükselmesine kadar işlerin AKP için
planlandığı gibi ve tıkırında gitmesine ket vuran her türlü
gelişmenin, iç ve dış mihrakların oyunlarıyla ilişkilendirilmesi
ile kurulmakta. Öyle ki, iktidar varlığını ancak Türkiye’nin
kaynağı tam olarak belli olmayan ya da konjonktüre göre
değişebilen, ama her durumda ülkenin gelişmesini, kendi
deyişleriyle bir “dünya devleti” olmasını, ekonomik olarak
kalkınmasını, istikrarını ve istikbalini istemeyen, kıskanç, fesat
ve hesapçı dış güçler ve onların içerideki işbirlikçilerinin
taarruzuna maruz kaldığı paranoyasının sürdürülmesine bağlamış
görünüyor… Hal böyle olunca, varlığı ve bekası tehdit altında
olduğu için sürekli savaş halinde olunduğuna inandırılan kitlelerin
yüzlerini güldürecek, onlara dayanma ve olup bitene şükretme gücü
verecek küçük zaferlere ve bu zaferleri taçlandıran “anıtlara”
ihtiyaç duyulması da anlaşılır hale geliyor. Ne var ki ne bugün
açılışı yapılan havalimanı bir havalimanı, ne de zafer anıtı bir
zafer anıtı. Belki de ortada bir var kalma savaşı olduğunu kabul
etmek gerekiyor. Ancak bu ne Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesiyle
özdeşleştirilebilecek bir savaş, ne de ülkenin onu yıkmak ve işgal
etmek için el ele veren düşmanlarına karşı yürütülüyor… Bu var
kalma savaşı, meşruluğunu sandık oyunlarına ve ittifak
pazarlıklarına bağlayan AKP iktidarının maçı bir çeyrek daha uzatma
çabasından öte bir şey değil… Tamamlanmamış bir havalimanı
inşaatından zafer anıtı türetmeye çalışmak da, ancak böyle bir
çaresizliğin göstergesi olabiliyor.
(1) Foucault, Kelimeler ve Şeyler’den aktaran James
Harkness, Önsöz, içinde Michel Foucault, Bu Bir Pipo Değildir, çev.
Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2010.