Gece, çoğu zaman aynı saatte, bir familya halinde, minikler peş
peşe tek sıra, büyükler gerçekten büyük, yaban
domuzları geliyor.
Çöplüklerde insanlardan artanları, bahçelerde ağaçlardan düşenleri,
ıslak toprak altındaki başka canlıları toplamak için.
Hem avcılar, hem toplayıcı.
Hem özgürler, hem kaderlerinin ve zamanın rehinesi.
Hem açlar, hem hayata tutunacak kadar inatçı.
Elbette insan diye adlandıramadıkları bu garip, arsız, muhteris;
hayatı ve tabiatı temerküz altına alan yaratıkların; kendilerini
yangınla, betonla ormanlardan, tepelerden açlığa sürgün edişine
karşılık, insanın kendini güvende sandığı arazisine giriyorlar.
Bir intikam duygusuyla da değil, muhtemelen; ihtiyaç dürtüsüyle,
kendilerini, çocukları doyurmak, bu hayattan küçük bir pay almak
için.
İnsanlar, yani bizler, korkuyoruz, kızıyoruz, bağırıyoruz,
kovalıyoruz, sopalar ve gürültüyle tehdit ediyoruz.
Ama yaban domuzları ertesi gece tekrar, aynı saatte geliyor.
Çünkü aç bırakırsan, haneye tecavüz edersen, tabiatıyla
oynarsan, onurunu zedelersen, olacağı bu.
İnsanın insana ettiklerinde de farklı bir şey yok aslında.
Ezilenin, ötelenenin, itilenin, tehdit edilenin,
yasaklananın, aç kalanın, evlatlarını doyurmak isteyenin de içinde
birikiyor, birikiyor, birikiyor.
Tabiat böyle.
Ezme ve ezilmenin tabiatı öyle.
Onuruyla, hayatıyla oynandığında, yüreğin tabiatı
öyle.
Boğmaya kalktığında, hayatını kuşattığında, zihnini rehin almak
istediğinde, durmadan hakkını yediğinde ve bunu seslendirdiğinde
üzerine basmak istediğinde; boyun eğecek sandığın başının
dikilişi öyle.
Düşüncesini, dilediğine inanma-inanmama hakkını, kendi hayatının
hak ettiği saygıyı; özünü sözünü, şiirini şarkısını, sesini
nefesini, aşkını tutkusunu, hayalini umudunu yasaklamak, yok etmek
istediğinde; aklının kıvrımlarının tutuşması
öyle.
Nefretine, hiddetine, şiddetine, kibrine, böbürlenmene, kudret
ve kuvvet histerilerine rağmen; omuz omuza duruşların daha
mümkün hale gelişi öyle.
Birini, birilerini linçe kalkıştığında, tüm pisliklerinin
dökülüşü, çöplerinin karıştırılışı; unutturmak
istediklerinin hatırlanışının arkasındaki öfke öyle.
Cem Adrian, Munzur Festivali’ne sokulmayan Grup
Yorum ve Grup İsyan için de o yüzden söylüyor…
Nasıl Sezen Aksu yalnız kalmamışsa, Birce
Akalay da tehdit karşısında kendisiyle dayanışanlarla
birlikte daha da büyüyor.
Migros deposundaki işçiler öyle öyle yenilmedi.
Tıp fakültesi yıllık 300 bin liranın üzerinde talep eden
üniversitedeki taşeron işçiler o yüzden insan ve insanlık hakları
için direnebiliyor.
Boğaziçi’nde mavi dayanışma o yüzden inadına sürüyor.
Doktorların hepsi o yüzden “İktidarın doktorları” olmuyor.
Soluk kesmek istedikçe oluk oluk bir şeyler akıyor, bir
diğerine karışıyor, çoğalıyor.
Tabiatın yeter deyişi, hayvanların yeter diye inleyişi,
kimi insanın yeter diye bağırışı bir diğerine el uzattı uzatıyor,
omuz verdi veriyor.
“Kötülüğün sıradanlaşması”na karşı “İyiliğin
sıradışılığı” diye bir şey de var.
Sıraya girmez, boyun eğmez, ilanihaye teslim olmaz, sesini
soluğunu yutup kalmaz!
Şimdi Cem Adrian’ı dinleyelim Munzur’dan, Dersim’den,
Tunceli’den:
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Göklere erişti figânım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bir gülün çevresi dikendir hardır
Bülbül har elinden ah ile zardır
Ne de olsa kışın sonu bahardır
Bu da gelir bu da geçer ağlama
Daimi´yem her can ermez bu sırra
Gerçek aşık olan yeter o nura
Yusuf sabır ile vardı mısıra
Bu da gelir bu da geçer ağlama