Yılın son dakikalarını nasıl yaşar ve yeni yıla nasıl bir duygu hali içinde girersek, yıl boyunca o duygudan yürüyüp öyle yaşayacağımıza dair yaygın bir inanç var. Baştan söyleyeyim; yok öyle bir şey. Mesela geçen yılbaşını evin her noktasına homojen bir biçimde yayılmış, ılık bir sükunet ortamında geçirmiştim. Aile efradıyla beraber ortama yaydığımız huzur ve mutluluk yılbaşı hindisini sıkıntıdan terbiye etmiş ve yarı yarıya pişirmişti. Tombalamız ve kırmızı hunili şapkalarımız bile vardı. Youtube’dan TRT arşivini deşmiş, Sezen Aksu’nun 1984 yılbaşı programında karar kılmıştık. “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler” diye diye dizlerine vuraraktan konserine başlamıştı Serçecik...
Geçtiğimiz senenin geri kalanını da o yılbaşı gecesinin ılımlı hindi demokrasisinde geçirmeyi çok isterdim doğrusu. Ne var ki yıl boyunca tombalayı da hindi sükunetini de rüyamızda bile göremedik. Sen misin sükunet dileyen; olaylar, olaylar. Fırtınalar, çalkantılar...
Maddi ve duygusal dünyalarımızda bir tufan yaşandı. Bir gemiciğimiz bile yoktu; fırtınanın ortasına yengeç kabuklarımızın içinde fırlatıldık. Tam şimdi şu cümleyi yazarken fırtına ile fırla(t)ma arasında bir akrabalık var mı acaba diye bir meraka kapıldım. “Ey Sevan Von Nişanyan ne diyorsun bu işe” diyerek, etimoloji sözlüğüne gittiysem de bu konuda bir bağlantı bulamadım. Fakat ne göreyim, fırtına sözcüğü meğersem nerelerden dolanıp gelmiş! İnanın hiçbir sözcüğün etimolojik serüveni böylesine fırtınalı olmamıştır. Yunanca fortúna’dan zuhur etmiş ki bu da “denizde şiddetli hava” anlamına geliyormuş! Oradan da bir anlam kayması yaşayaraktan kader kısmet manasına evrilmiş. Sözcüğümüz İtalya’da fortuna, İngilizce konuşulan coğrafyada ise fortune olarak seyahat etmiş anlaşılan. Şiddetli kasırgayı kader kısmete yora yora ilerlerken de Türkiye sahillerine ve Kaptan Kemal’in bize alıvereceği 18 adaya “fırtına” olarak düşüvermiş... Ben böyle anladım.
Belki de bakmayı bilmediğimden, Nişanyan Sözlük’te ya da başka bir yerde göremedim ama bence “fırlama” da buralardan gelmiş. Sadece bir hissiyat olsa da hissiyatım böyle. Siz yine de gerçeklerle karıştırmayınız. Fırtına yurdumuzdan içeri girince, önüne geleni söküp atarak falan, önce fırlatma, sonra da komşu kızlarını camdan baktırıp ederek “fırlama” anlamı kazanmış olmasın? Yunan kökenli fırlama? Vay vay vay... Hatta wey wey wey. Canını yediğimin kültürlerarası iletişimi... Neyse şimdi sosyo-politik hayatımızda “fır”la açılan etimolojik parantezi Tanıl Bora’nın çarpıcı analizlerine emanet ederek ilerleyelim. Bizim derdimiz bugün başka.
Fortuna demişken, Muhteşem Yüzyıl adlı dizinin kurmaca karakteri Isabella Fortuna’yı hatırladım. Birkaç Türkçe internet sitesi o dönem Prenses Fortuna biyografileri hazırlamıştı. Kanuni’den kırk beş yıl filan önce dünyaya geldiğini anladığımız Kastilya Prensesi I. Isabella’dan esinlenerek geliştirildiği sanılan bu kurmaca karakter hakkında, gerçekmiş gibi, Sultan Süleyman’la aşklı meşkli hayat hikayeleri yazılmıştı. Üstelik Muhteşem Yüzyıl’a ya da oyuncunun adına hiç yer vermeksizin, Melike Yalova’nın fotoğrafları da bu biyografilerin tepesine basılıvermişti. Sanırsın ki 15'inciyüzyıl ortalarında renkli fotoğraf varmış da Kastilya Prensesi de o işveli pozları vermiş. Halbuki o dönemin ressamlarının yaptığı soylu kadın portrelerine bir bakın. Böyle bir işve yok. O dönemin işvesinde bakış munisçe sağa sola kaçırılıyor. Yukarıdan aşağıya öyle mağrur mağrur bakılmıyor. Tarzları değil yani. Ne var ki günümüzde tarihe can veren de canına okuyan da popüler kültür. Muhteşem Yüzyıl dizisi ya da Melike Yalova olmasa, hangimiz nereden bilelim Isabella Fortuna’yı da, saraylarda estirdiği fırtınayı da.
Neyse çağrışımlardan ibrişim yapıp salınmaya son vereyim de olayımıza döneyim.
OHAL'DE BİZİM DERDİMİZ NE?
Dün kapıyı yüzüne çaattt diye çarparak çıktığımız 2017’de yaşanan lanet olayların büyük bir kısmı maddi dünyamızda cereyan ettiyse de, bir kısmı da duygular alanında yaşandı. Gelecek tasarımları ve heyecanlar bir anda yerle yeksan oldu. Kitapların, derslerin ve öğrencilerin arasından King Kong’un pençesine yakalanmış Naomi Watts gibi çekilip çıkarılarak “dışarı” fırlatıldık. Gerçi King Kong şefkatlidir, ben sadece çekip alma hareketinin 2.5 tonluk kuvvetini hissetmeniz için yaptım bu teşbihi... Biz atıldıktan sonra bir de cehennem kapısı konduruldu bizim kampüs nizamiyesine ki sanırsın ömürleri boyunca heykeltıraş Rodin’e haset etmişler. Hoş, haset bile edemezler ya. Şu satırları okuyacak olsalar, Rodin’i proce bekleyen Karadenizli bir müteahhit sanırlar. “Cehennem Kapıları”nı nereden bilecek Allah'ın ibibikleri. Haset etmek için bile eğitim şart.
Geçtiğimiz yıla Sezen’le başlangıç yapmıştık ama mikrofonu Ebru Gündeş bir kaptı ki kapış o kapış. “Fırtınalar koparsa kopsun, kocam bana Mars’ı da alıverecek” dedi. Bir Mars olsun, Jüpiter olsun kolay alınmıyor tabii. Zarabgiller familyası Mars’ı da rahatçana alabilsin diye bizler koca bir yılı kampüslerden atıla atıla geçirdik. Mars dedim de aklıma Jaguar geldi niyeyse, Jüpiter’le olan fonetik benzerlikten herhalde? Hatırlarsanız bir Jaguar hikayesi vardı. Turgut Özal'ın kızı ve damadına bir Jaguar otomobil hediye edilmişti de yer yerinden oynamıştı. Ah be Zeynep, ne güzel günlermiş o günler. Neredeyse Norveç gibiymişiz vallahi. Bir Jaguar ortalığı darma duman etmişti. Fakat yoksa fakir miymişiz, neymiş? Şimdi Mars diyollar kimse tınmıyor bea! Nerden nereye gelmişiz! Bir takdir edin. Cumhurbaşkanının dediği gibi “Eline diline dursun.” Hatta “gözünüze dizinize dursun” Çünkü en doğru yer orası.
ATILDIK DA NEREYE ATILDIK?
Atıldık diye evimizde yumurta çırpacağı ve kek kalıbıylan baş başa kaldık sanmayın. Her ne kadar burada sizlere ara ara mutfak aktiviteleri, kar fırtınaları, mumlar ve gölgeler arasındaki evcimen hallerimden söz ediyorsam da hayatın herhangi bir anında ufkumuzun bir “ev”e daraldığını, evcimik bir yonca olduğumuzu sananları da bu yüzeyden kavrayışla baş başa bırakır giderim. Kısacası kampüsten atılınca eve filan dönmedik biz, elimizden geldiğince kampüsü sokağa taşıdık. Zaten gözü, kulağı ve bir ayağı hep sokağa bakanlar atıldı o kampüslerden. Bizleri atarak hiç iyi etmediklerini, ancak ve ancak sözümüzün menzilini genişlettiklerini göstermek de boynumuzun borcu olsun.
Neyse işte, fantastik küçük mutfak aletleriyle baş başa kalmadık biz. Fakat yüzlerce kıymetli akademisyeni haksız yere ihbar ederek KHK’lara koydurmak için önden önden koştururken tüm mevkidaşlarının da arkadan geleceğini sananlar kek gibi ortada kaldı. O yüzden de parlayan suratlarını gösterecek kamera aramak yerine, çırpılmış yumurta sürerek kamufle etseler yeridir bence.
Hasılı, büyük tufanı müteakip, konformizme yatkın “memur” türünün mensupları olarak muazzam bir sınav verdik. KFC mağdurları olarak, bu kez Popeyes’e dadandık. Taam ya taam; ciddi olacağım, kızmayın hemen. Fakat KHK mağduru barış akademisyenlerinde, Türkiye solunun genetik mirası bir mizah duygusu olmasaydı çözülür ve düşerdik. O mizah damarına sahip çıktığımız için zaman zaman tökezlesek de düşmedik.
Sokakları, kafeleri, STK’ların salonlarını, Duvar’ı ve benzer mecraları üniversiteye dönüştürmek için elimizden geleni yaptık, yapacağız.
#GitmiyoruzBuradayız. Bu daha birinci yılımız...