Bu dünyadan bir Hüsamettin Arslan geçti
Bu dünyadan bir Hüsamettin Arslan geçti. İngilizce'yi kendi başına öğrenmiş; çok istediği halde evlenememiş; hiç yurt dışına çıkmamış; yirmiye yakın kalburüstü felsefe metni tercüme etmiş; Paradigmayı kurmuş; iyisiyle kötüsüyle, sevabıyla günahıyla altına imzasını attığı metinler kaleme almış; gülmüş; ağlamış; sövmüş; dua etmiş; inanmış ve kanmış; hayaller kurmuş ve hayal kırıklıkları yaşamış; zaafları ve erdemleriyle kendi rolünü oynamış ve tamamlamış bir Hüsamettin Arslan.
Gökhan Yavuz Demir
Hayat tuhaf, hatta düpedüz saçma. İnsan kendi trajedisinin aktörü ve mağduru. Ve finalde her şeyi o kadar derinden ve geri döndürülemez bir şekilde değiştiren, zamanın kat’i adaleti. En hayatî iktidar mücadelelerinin bile uçucu ve geçici anlık beyhude didişmelerden ibaret olduğunu ısrarla biz fanilere öğretmeye çalışan, hastalık ve ölümün hep yanı başımızda oluşu. İşsiz, hasta ve lanetlenmiş olarak uyandığım yeni bir yılın ikinci gününde telefonumdaki okunmamış mesajların ilk üç tanesine takılıyor gözlerim: Hüsamettin Hoca bu sabaha karşı vefat etti. Ardından çapraşık ve tanımlanamaz düşünceler, düşünceler, düşünceler... Şimdi yirmi beş sene evvelini düşünüyorum da her şey ve herkes gibi Hüsamettin Arslan ile birlikte nasıl son sürat kendi kaderimize doğru koşmuşuz.
1992 senesinde tanıştığımızda Hoca Epistemik Cemaat’i yeni yayınlamış, üniversitede göreve yeni başlamış, otuz altı yaşında çiçeği burnunda bir doktordu. Ben ise on dokuz yaşında gencecik bir birinci sınıf öğrencisiydim. Kahverengi ceketini, kahverengi örme kravatını, emzik gibi sınıfta ders anlatırken bile ağzından düşürmediği birbirine eklediği sigaralarını hatırlıyorum. O sağcıydı, ben solcu; o köylüydü, ben kentli; o hocaydı, ben öğrenci; ve çeyrek asrı aşan kader birliğimizde hem dost hem de düşmandık.
Çalışkan bir adamdı diyerek geçiştirilemeyecek kadar çalışkandı. Hatta aşağıdan yukarıya çıkmak için mücadele verenlerin hepsinde olduğu gibi çalışkanlığından başka övünecek çok şeyi de yoktu. Dersini bütün ruhuyla anlatırdı, ki o yıllarda bizim bölümün akademik kadrosu yetersiz olduğundan neredeyse mezun olana kadar her dönem en az iki dersi ondan almış ve dinlemiştim. Akademiyle değil, ne yaparsam akademiye rağmen yapabileceğimi o öğretmiş ve beni daima çok zorlamıştı. Üzerimde çok emeği vardı. Klasik ve pür bir sosyolojinin sınırları içinde kalmamayı ondan öğrendim. O olmasa asla akademik bir kariyer yapmayı denemezdim. Disipline edilemez, asi ve söz geçmeyen bir tarafım vardı. Bunu çok iyi bilir ve beni bir başıma bırakarak idare ederdi. Entelektüel hayatta başka ufukların olabileceğini ve hayat mücadelesinde kara diye bir şeyin olmadığını da hep o göstermişti.
Akademiye sığamıyordu. Bunun için başlı başına bir akademi sayılabilecek Paradigma Yayınları’nı kendi maaşıyla kurdu. Ve biz ikinci bir kader birliğine de akademiden sonra Paradigma’da giriştik. Büyük hayallerimiz ve büyük umutlarımız vardı. Ve hiç paramız yoktu. Bütün imkânsızlıklara, beceriksizliklere ve amatörlüklere rağmen Paradigma bu memleketin entelektüel tarihinde çok özel bir yer kazandı. Hoca art arda Gadamer, Ricoeur, Toulmin, Lakoff, Heidegger, de Man ve Ellul yayınlıyordu. Onun kitaplarında benim, benim kitaplarımda onun; Paradigma’nın her kitabında ikimizin birden göz nuru vardı.
Zaman geçtikçe dostluğumuz hem derinleşiyor hem de yoruluyordu. Ben büyüyor ve eski öğrenci artık meslektaş oluyordu. Bu arada Türkiye de hızla değişiyordu. O güne dek neredeyse hiç gündelik politika konuşmayan ben ve Hoca, giderek kitaplardan daha az ama gündelik politikadan daha fazla konuşmaya başlamıştık. Paradigmanın kitaplarının kapaklarından, mizanpajından, kağıdından tutun da Türkçesine kadar her şey aramızda hemen bir tartışma konusu oluyordu. Ne bölümün ne Paradigma’nın ne de Türkiye’nin geleceği hususunda hemfikirdik artık.
Bir şekilde iki dost olarak helalleştiğimize inansam da uzun zamandır birbirimize küs idik. 2016 Ocak’ında ben okuldaki odamda gözaltına alınırken kapımın önünde “ne oluyor” diye duran Hüsamettin Arslan’dı. Ama ertesi gün Yeni Söz’deki köşesinde yine de o yazıyı kaleme alabilmişti. O yıl uzaklaştırılmamdan sonra okula döndüğümde beni yüksek lisans sınavı jürisine almadığı için odasına gitmiştim. Biraz tartıştıktan sonra yıllar evvelki o iki eski dosta dönüşüvermiştik. Kırgınlıklarımızdan konuşmuştuk. Hayal kırıklıklarımızdan bilhassa da. Ertesi gün yayınevimden ikinci kitabım Borges’in Dediği Gibi gelince soluğu hemen yanında almış ve Hocama imzalayarak takdim etmiştim. O gün odası boşalıp baş başa kalınca nihayet yine kitaplardan konuşmuştuk. Utana sıkıla o da bana yeni kitabını vermişti. “Bu benim şaheserim değil, sadece gazete yazılarım,” demişti. Haklıydı. Şaheseri asla gazete yazıları olamazdı. Entelektüel birikimini Epistemik Cemaat’e dökmüştü. Jöntürkler, Jönkürtler ve Muhafazakârlar veya Twitmania, Etnomania, Şiddetmania gibi kitapları ise eski tüfek bir İttihatçının hezeyanlarından ibaretti. Şaheseri, hep yazmak istediği ama hiç yazamadığı şaheseri Anlam ve İktidar olacaktı, olmalıydı, keşke olsaydı. Yazmayı tasarladığı kitaplar içinde en çok onu severdi. Rene Magritte’nin bir heykelini bu kitaba kapak yapmayı önermiştim ve kabul etmişti hatta. Kapağına kadar hazır bu kitabı yazmadı, yazamadı Hocam.
2017’deki ihracımdan hemen sonra okuldaki odamı ne zaman boşaltacağımı sormak için aradı. Çünkü dekanlıktan kapımdaki isimliği sökmeye gelmişlerdi ve Hoca buna izin vermemişti. Üzgündü. Sesi ağlamaklıydı. “Onları daha fazla durduramam,” diyordu. Çok üzgün olduğu zaman ne diyeceğini bilemez, öylece kalırdı. Defalarca “Ne diyeceğimi bilmiyorum ama çok üzgünüm,” diyerek telefonu kapattı. Bir daha hiç aramadı.
21 Haziran’da, yazdırdığım ve jürisini oluşturduğum ama jüride yer alamadığım ve tezin üzerinde danışman olarak adımın yazmadığı ilk yüksek lisans tezimin savunması için Besim F. Dellaloğlu ile ihracımdan aylar sonra ilk kez okula gittim. Savunmaya kadar okulun yanındaki kafede çay içmeye indik. Hoca her zamanki gibi oradaydı. Hocayla son kez o gün görüştük.
Sonrası hızlı gelişti. Ben hayat mücadelesinin içindeyken bir akşam Hocanın çok ağır hasta olduğunu ve fazla vaktinin kalmadığını öğrendim. Anladım ki Hüsamettin Arslan Anlam ve İktidar’ı asla yazamayacaktı. Eve gittim ve kütüphanemden son kitabını çıkarıp bana ne yazdığını okudum: “Dile dökülemeyecek şeylerin yerine geçsin diye... Gökhan’a...”
Bu dünyadan bir Hüsamettin Arslan geçti. İngilizce'yi kendi başına öğrenmiş; çok istediği halde evlenememiş; hiç yurt dışına çıkmamış; yirmiye yakın kalburüstü felsefe metni tercüme etmiş; Paradigmayı kurmuş; iyisiyle kötüsüyle, sevabıyla günahıyla altına imzasını attığı metinler kaleme almış; gülmüş; ağlamış; sövmüş; dua etmiş; inanmış ve kanmış; hayaller kurmuş ve hayal kırıklıkları yaşamış; zaafları ve erdemleriyle kendi rolünü oynamış ve tamamlamış bir Hüsamettin Arslan.
Bir insanı tanımak için ne kadar süre onunla olmak gerekir? Yahut bir insanı tanımak için yirmi beş sene kâfi midir? Hiç bilmiyorum. Ama ölümünün sıcaklığıyla araya biraz daha mesafe girdikten sonra entelektüel değerinin daha iyi anlaşılacağını düşündüğüm Hocam hakkında bu yazıyı yine de yazıyorum, sırf dile dökülemeyecek şeylerin yerine geçsin diye...
Bir gün yine odasında loş ışık altında çay ve sigara içerken laf lafı açmıştı ve ona Hz. Ali’nin kendisini lüzumsuz yere çok öven birine söylediklerini anlatmıştım: “Söylediğin kadar büyük bir adam değilim. Ama zannettiğin kadar küçük bir adam da değilim.” Bunu çok sevmişti. Yıllar boyu yeri geldiğinde bunu yüksek sesle söyler ve gürültülü bir kahkaha atardı. Bunu neden mi anlatıyorum? Muhtemelen ölümünden sonra arkasından yazılanları görse bağırarak bunu söyler ve gülerdi de ondan. Hüsamettin Arslan söylediğiniz kadar büyük bir adam değildi. Ama zannettiğiniz kadar küçük bir adam da değildi. O sadece çalıştı, çalıştı, çalıştı ve sonra müflis bir kumarbaz gibi bütün entelektüel birikimini aktüel politikaya yatırdı. Bunun için kâh alkış aldı kâh yuhalandı. Olsun varsın, onun trajedisi bu sabah bitti. Artık yazdıklarının zamana dayanıklılığı ölçüsünde hayatta kalacak ve biz ne dersek diyelim bundan sonrası zamanın yargısına kalacak. Öğrencileri, dostları, asistanları, akrabaları elbette onu özleyecekler. Ama ben en çok sigara dumanı içindeki odasında baş başa vermiş bir cümleyi öyle mi söylesek, böyle mi söylesek diye tartışan o iki eski dostu, bir asistanın naziresiyle “öğreten adam ve oğlu”nu, gözlerden ve üçüncü şahıslardan uzak o mahrem çalışma saatlerimizi özleyeceğim. Bu dünyada bulamadığın o huzuru, git ve o hep inandığın öte dünyada bul aziz Hocam!