Bundan altı yıl önce, Mayıs sonunda başlayan hareket, hepimiz için umut olmuştu. Başlangıç noktası, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları. Erdoğan, Taksim’in göbeğindeki Gezi Parkı’na, “tarihe sahip çıkmak” adına, bir dönem orada bulunan “kışla”yı yeniden inşa etmeye karar verdiklerini söyledi bir konuşmasında. Başta kimse ilgilenmedi ama projenin ana hatları ortaya çıkınca, orada yapılmak istenenin AVM ve rezidanslardan oluşan bir “kütle” olduğu duyulunca sesler yükselmeye başladı. Bir sabah dozerlerin parka girmesi ve oradaki ağaçları sökmeye başlaması, hareketi başlatan hamle oldu. Parka ve ağaçlara sahip çıkmak isteyen bir avuç insan, kesilmek istenen ağaçların olduğu yere çadır kurdu ve Gezi Parkı’nı beklemeye karar verdi. O gün orada toplanan bir avuç insan giderek kalabalıklaştı, parkın Divan Oteli tarafındaki alana kurulan çadırlarının yanına yeni çadırlar eklendi. Ses yükseldi, direni arttı, kalabalık çoğaldı. Sosyal medya üzerinden örgütlenen insanlar, 28 Mayıs salı günü Taksim’i ve Gezi Parkı’nı doldurdu; şarkılar, türküler söyleyerek oraya sahip çıktı.
Başta bu “hareket”e ses çıkartmayan polis, sonrasında kendinden bekleneni yaptı ve el ayak çekildiğinde arkadan vurdu: Sabaha karşı, çadırlarında uyuyan “nöbetçi”lere gaz bombasıyla saldırdı ve çadırları yakmaya kalktı. Olay hızla büyüdü: Ertesi gün ve sonrasında daha büyük bir kalabalık toplandı. Sabaha karşı, yine aynı şey oldu. Bu kez, gün içinde kalabalık oraya yığıldı. Bir anda büyük bir kargaşa başladı. Polis, gaz bombaları ve TOMA’lardan sıkılan tazyikli suyla kalabalığı dağıtmaya kalktı ama bu, yeterli olmadı. İstanbul’un bütün semtlerinden Taksim’e doğru yola çıkan insanlar orada buluştu, direnişi artırdı. 31 Mayıs günü, sabahtan itibaren yaşanan buydu.
Ben, o sabah Kaş’ta uyandım. Oradan Ankara’ya geçecektim: Akşamında Nefes’te çalacak, ertesi gün yine orada kalacak, pazar İstanbul’a dönecektim; o aralar rutinim buydu, haftada iki gün Nefes’te eski 45likler’imi döndürüyordum. Sabah, gelen mesajlarla uyandım. Kaş’ta kaldığım pansiyon odasında, neler olup bittiğini anlamak için televizyonu açtım ama pek bir şey göremedim. Sadece, o günlerde Kanal D’de olan İrfan Değirmenci’nin programında canlı yayımlanan görüntüleri izleyebildim. Kaş’tan Antalya’ya geçerken İstanbul’daki (neredeyse hepsi Gezi Parkı’nda olan) arkadaşlarımla temasta kaldım, Antalya’dan uçağa binerken son havadisleri aldım ve bilgisayarımı açarak BirGün Pazar için bir yazı kaleme aldım. O yazıda, günün bilançosunu şöyle dökmüştüm: Metroya ve halkın sığındığı pastanelere gaz bombaları atıldı, yaralıları almak üzere gelen ambulanslar meydana çıkartılmadı, oturana ve üç kişiden kalabalık gruplara yekten saldırıldı. Bu kadar da değil: Gezi Parkı’nın çevresi barikatlarla çevrildi, Taksim kapatıldı… Nöbettekiler uyurken, sabaha karşı sinsice düzenlenen ve çadırların yakılmasıyla sonuçlanan saldırılar yetmiyormuş gibi, ilerleyen saatlerde, kalabalık arttığında plastik mermiler ortaya çıktı. Polisin “açtığı ateş” sonucu, aralarında Ahmet Şık ve Sırrı Süreyya Önder’in bulunduğu pek çok kişi yaralandı; ilgili ilgisiz herkes “organik” biber gazından nasibini aldı. Cep telefonları çalışmadı, haberciler görevini yapamadı. Yayınlar durduruldu, mobese kameraları bile kapatıldı. 31 Mayıs cuma, durum böyleydi.
Bu hareketin giderek bir kalkışmaya dönüşeceğini, sadece Taksim’de değil öncesinde İstanbul’un sonrasında memleketin her yerinde bir direnişin başlayacağını o gün kimse bilmiyordu. Uçaktan indim, yazımı gönderdim, Nefes’e doğru yöneldim. Bir yandan İstanbul’dan gelen haberlere bakıyor, diğer yandan çalmaya çalışıyordum. Mekân kalabalıktı. Bu arada, Ankara’da da bir hareketliliğin başladığı haberi geldi: Gezi Parkı’nda yaşananları protesto eden insanlar Kızılay’da toplanmaya başlamıştı. Haberi aldığımızda hızla harekete geçtik ve insanlara durumu duyurarak eğlenceyi iptal ettik. Önce Kızılay’a gittim, ilk gazı orada yedim, sonrasında bulduğum ilk otobüsle İstanbul’a doğru yola çıktım. Yolda, Twitter’da şu cümleleri kurdum: Olmadı, aklım İstanbul’dayken çalamadım. Nefes programını iptal ettik; bindim otobüse, gidiyorum. Yarın eğlence yok, hep beraber eylemdeyiz! Sonrasında eğlenecek güzel günlerimiz olacak nasılsa… Gün dayanışma günü, direnme günü. Orada olacağım!
Orada oldum. Çok gaz yedim, çok hırpalandım ama Gezi Parkı’nı hiç terk etmedim. Son güne kadar, orada, arkadaşlarımın yanında yerimi aldım. Sonrasında da orada yaşananları, meselenin sadece üç-beş ağaçtan ibaret olmadığını dilim döndüğünce anlattım. Hâlâ anlatıyorum, nefesim yettiğince anlatmaya devam edeceğim.
Gezi Parkı’nda yaşananlar çok özeldi. Orada, “biz” olduğumuzu gördük. Gözlerimizi yaşartan, sadece gaz bombaları değildi: Yan yana olabileceğimizi, birbirimize saygı duyabileceğimizi, gerekirse ideolojiden tutulan takıma bizi ayrıştıran ne varsa göz ardı edilebileceğini öğrendik. Sonrasında bunları hayatımıza aktaramadık, çoğaltamadık, üzerine yeni bir şey koyamadık belki ama orada yaşananlar, ileride yaşanacak güzel günlere dair umudumuzu artırdı. Bugün, ileriye umutla bakıyorsak, ağız dolusu “her şey çok güzel olacak” diyorsak, biraz da Gezi sayesinde. 1 Haziran’da başlayan iki haftalık süreçte ve sonrasında gördüklerimiz, geleceğe dair inancımızı tazeledi.
31 Mayıs akşamı BirGün Pazar için yazdığım yazı, 2 Haziran tarihli sayıda “Direne Direne Kazanacağız” başlığıyla yayımlandı. Bahsi müzikten açmış, sözü yine müziğe getirmiştim. Yazının spotu şöyleydi: Bu bir müzik yazısı değil. Müzikli bir yazı. Dünü, bugünü, direnişi, Taksim Gezi Parkı özelinde şehre sahip çıkmayı anlatıyor. Şarkılar, bugünün de tanığı: Direnişe, yüzyıllık bir gelenek eşlik ediyor!
İzninizle, o yazının ilk paragrafını buraya alayım… 1980’de yaşanan darbenin sonrasından söz ediyor, o günlerde yapılan kimi uygulamaları anıyorum:
Ferhat Tunç’un 12 Eylül sonrasında yaptığı, dönemle simgelenen şarkılardan biri, “Yaşamak Direnmektir”. Askerî cuntanın hüküm sürdüğü dönemde oldukça anlamlı bir şarkıydı bu. Sadece cuntaya değil, zamlara ve “sivil” hükümetin çıkarttığı yasalara da direnmek gerekiyordu o günlerde. Düşünmenin suç olduğu, kitapların yakıldığı, kasetlerin “valilik kararıyla” toplatıldığı, “Danıştay kararıyla” serbest bırakıldığı zamanlardı bunlar. Bandrol yasası yeni çıkmıştı ve devlet, bunu bahane ederek içeriğe de karışıyor, beğenmediği kasetlere bandrol vermiyordu. Ferhat Tunç, albümleri en çok yasaklanan şarkıcılardan biriydi. Sadece yasak değil, kurşun da yiyordu kasetler: Grup Yorum albümlerinin yer aldığı kolilerin kurşunlanarak açılmadan İMÇ’ye geri gönderildiğini, yapımcıları Hasan Saltık defalarca anlatmıştı. Bugün şartlar değişti. Devlet albümleri (en azından görünürde) denetlemiyor, bandrol artık sadece bir formalite. Albümler, şarkılar, en kötü ihtimalle internet üzerinden yayınlanıyor, alıcısına ulaşıyor. Kaset çoktan tedavülden kalktı, CD’nin sonu gelmek üzere. Yapımcılar kan ağlıyor, evet ama şarkılar alıcısını buluyor. En azından eskiye nazaran dinleyiciye daha kolay ulaşılabiliyor.
Yazıyı gönderdiğimde, Duman henüz “Eyvallah”ı YouTube üzerinden paylaşmamış, “Gezi şarkıları”nın fitilini ateşlememişti. Sonrasını biliyoruz: Bir anda yüzü aşkın şarkıyla tanıştık. Gezi’den beslenen, Gezi’de bestelenen, yaşananları anlatan şarkılardı hepsi. Gezi direnişi, tarihe şarkılarla yazıldı. Sadece Türkiye’den değil, dünyanın her yerinden şarkılar eklendi külliyata: Roger Waters’tan Joan Baez’e pek çok isim direnişi desteklerken dünyanın dört bir yanına dağılmış Türkiyeli vatandaşlar seslerini bu şarkılarla duyurdu, direnişe notalarla selam çaktı. Tek tek adlarını anmayayım, onu başka bir yazıya bırakayım ama yazının sonuna ulaşırken benim için Gezi külliyatının en güzel şarkısını anmadan geçmeyeyim… Demir Sert imzalı “Bu Gaz Bir Harika Dostum”, külliyatın akılda kalan şarkısı. Grup Yorum’dan Kardeş Türküler’e, Boğaziçi Caz Korosu’ndan Marsis’e, Bulutsuzluk Özlemi’nden Timur Selçuk’a pek çok isim külliyata katkıda bulundu ama Demir Sert’in 7 Haziran 2013’te YouTube üzerinden paylaştığı bu şarkı, Gezi’nin özeti oldu: “Kaftan biçmiş kendine / Sanki padişah gibi / Kıskanır şeytan bile / İçindeki nefreti // Kalmadı başka bir yolu / Havaya kaldırdım yumruğu / Bedenime sahip olsan da / Alamazsın ruhumu // Dizildi piyonlar karşıma / Kapkara bir duvar gibi / İstanbul’da bir parkta / Yaşadım cehennemi // Yok benim zincirlerim / Vur, canım yanmaz benim / Tam karşında duruyorum / Bu gaz bir harika dostum!” Sert, şarkıyı, “31 Mayıs sabah 5’te Gezi Parkı’nda yaşadıklarım” notuyla dinleyiciye sunmuş.
Yine 31 Mayıs’ta yazdığım yazıya döneyim… Yazının bir yerinde, şarkılarla direniş tarihini özetliyorum. Bundan sonra okuyacaklarınız, o bölüm.
Direniş, geleneğimizde var: Pir Sultan Abdal’dan Âşık İhsani’ye, Ruhi Su’dan Ahmet Kaya’ya uzanan yolda, binlerce şarkı üretildi, üretiliyor. Dünya durduğu sürece üretilecek. Bunların çoğu, bugün, bu gibi toplantılarda hep bir ağızdan söyleniyor. Aralarında “1 Mayıs Marşı” gibi “özel” olanlar, “Katil Amerika” gibi belli hedefe yönelenler, “Nurhak” ya da “Şarkışla” gibi ağıtlar, “Kızıldere” gibi marşlar var. Kimi belli bir olay için yazılmış ya da onun sonunda ortaya çıkmış; kimi halkın dilinde söylene söylene değişmiş, bugüne gelmiş. Halk, derdini her dem şarkılara dökmüş, isyan bayrakları her şeyden önce şarkılarla açılmış. “Balta”lar bilenmiş, “Dağlara Gel” çağrısıyla insanlar birlik olmuş, “İsyan Ateşi” ile halaya durmuş. ‘60’lı yıllarda ozanların açtığı bayrağı, ‘70’lerde Selda, Edip Akbayram, Timur Selçuk, Cem Karaca gibi şarkıcılar, ‘80’lerde Grup Yorum, Kızılırmak, Mozaik gibi gruplar, Ahmet Kaya gibi sesler devraldı. Sonrasında rock’çular (‘70’li yıllardaki geleneği sürdürerek) isyan etti; mor ve ötesi, Redd gibi gruplar, Aylin Aslım gibi şarkıcılar eylemlerde de ön saflarda göründü. Eylemlerin olmazsa olmazlarından biri de Bandista’ydı: Neşeli şarkılarıyla, devrimi dans ederek beklediler, bekliyorlar. Ezberlenen marşların söylendiği asık suratlı mitinglerden dans edilen eylemlere uzanan yol elbette uzun ama gelinen nokta şahane. Bugün bir direniş hızla örgütleniyorsa, bunda şarkıların da payı var. Hep bir ağızdan söylenen şarkılar, insanları birbirine bağlayan bir tutkal gibi; coşkuyu artırmakla kalmıyor, direnişi güçlendiriyor. Dün Emek Sineması’nın yıkılmasına, Haydarpaşa’nın yakılmasına, Beşiktaş İskelesi’nin satılmasına şarkılarla direnenler, bugün Taksim Gezi Parkı’nda nöbette. Son olmayacak elbette. Gezi Parkı’nı kurtaramayacağız belki ama şarkılar sürecek. Grup Yorum’un şahane sloganını hatırlayalım: “Türküler susmaz, halaylar sürer!” Buna Bandista’nın şarkısını (biraz bozarak) ekleyelim: “Aşk İstanbul’da bir meydan / Aşk Atina’da yanan cam / Aşk alevler içindedir / Aşk mücadeledir…”
Henüz hiçbir şarkının ortaya çıkmadığı saatlerde yazmış olduğum bu satırlar, bir doğru bir de yanlış öngörüyü içinde barındırıyor. Doğru olan, şarkıların direnişi güçlendirdiği… Umutsuzluk mu bilmiyorum ama yukarıdaki satırları yazarken araya “Gezi Parkı’nı kurtaramayacağız belki ama” ifadesini sıkıştırmışım. Yanlış öngörüm, bu. Gezi Parkı hâlâ yerinde ve o günlerin güzelliğini bize hatırlatıyor.
Yazı uzadı, sonlandırayım. 31 Mayıs akşamı yazdığım yazının son paragrafı, yine içinde doğru bir öngörü barındırıyor. Bugün yazsam yine aynısını yazarım. Onun için, bu yazı, o paragrafla sonuna koşsun:
Taksim Gezi Parkı’nda verilen mücadele, gelecek güzel günler için: Şehirlilik bilinci adına. Amaç, çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakmak. Şarkılar hep başrolde, direnişçi ruh devrede, yüzlerce yıllık gelenek buna omuz veriyor. Halk direniyor, bu direniş şarkılar aracılığıyla kayda geçiyor. Yarın, bugüne baktığımızda, bunu böyle anacağız: Aşkla ve coşkuyla yapılmış bir “güzellik” olarak. Sloganımız şu: Direne direne kazanacağız!
Eski yazı böyle bitiyor ama ben bugünkünü farklı bitireyim ve yazının ucuna bir acı iliştireyim: Gezi direnişi sırasında canımız çok yandı. Sadece atılan gaz bombaları değil, ateşlenen silahlardan çıkan kurşunlar ve ıssız, karanlık sokaklarda atılan tekmeler, Ethem’den Ali İsmail’e, Medeni’den Hasan Ferit’e, Abdullah’tan Berkin’e gençlerimizi elimizden aldı. Gezi ruhunu yaşatmak, biraz da onların adını yaşatmak anlamına geliyor. Adlarını unutmadan, unutturmadan ilerleyeceğiz. 24-25 Haziran’da Silivri’de görülecek bir tuhaf dava var. Orada olmak, boynumuzun borcu. Dilimizdeki sloganı bir kere daha hatırlatayım: Karanlık gider, Gezi kalır.