Bundan yaklaşık 400 gün önce; tarih 25 Mart 2020. Salgınla
ilgili alarm halinin daha ilk günleri. Beştepe’de kabine üyeleri ve
bürokratlarla telekonferans yoluyla bir toplantı yapılıyor. Haber
kanalları da bu toplantıyı yayınlıyor. Devletin salgınla ilgili
nasıl önlemler alacağını görmek, anlamak isteyen herkes ilgiyle
seyrediyor. Toplantı sırasında da gayet rahat tavırlar sergileyen
Erdoğan’ın, bazı bakanlarla şakalaştığı oluyor. Dışişleri Bakanı
Çavuşoğlu’na “yerin mi dar” diyerek mesafe uyarısı yapıyor örneğin.
Cumhurbaşkanı’nın toplantı sırasında en heyecan duyduğu mesele,
bordan üretilen dezenfektanla ilgili oluyor. “Aman buna iyi bir
reklam kampanyası yapalım” diyor, “bize de gönderin” diye ekliyor.
Bir hafta öncesinde yapılan koronavirüs ekonomik tedbirleri
toplantısında da çarkların dönmesi önceliği ve asıl olarak iş
insanlarını kollayan önlemler sonrasında, Hisarcıklıoğlu’na
dönerek, “neşen yerinde” dediğinde de aynı havadaydı. Aylar sonra
dezenfektan heyecanının daha geniş bir yankısı olduğunu, görevden
alınan Ticaret Bakanı’nın “ticari” faaliyetlerinden öğrendik. Nasıl
başladıysa öyle gitti aslında.
O günlerde Türkiye henüz ilk piki görmemişti. Vaka sayısı 1500
civarında ve tırmanma yeni başlıyor, günlük ölüm sayısı ise sadece
15 düzeyindeydi. (Henüz vatandaşa yardım yapması için İBAN numarası
verilmemiş, kampanya 30 Mart 2020’de başlayacak) Sağlık Bakanı için
erken kredinin bolca kullanıldığı günlerdi. Önce davrandığı için
Türkiye’nin avantajlı olacağı iddiaları hala yaygındı. Bilim Kurulu
üyeleri, henüz utandıkları için televizyonlara çıkmaktan
kaçmıyordu. O günlerde bilim insanları durum çok ciddi diye
uyarılar yapıyor, projeksiyonlar birbirini takip eden ve her
defasında daha da yükselecek bir grafik olacağını söylüyordu. (Öyle
de oldu) ABD, İngiltere, Brezilya gibi bazı ülke liderleri pek
aldırış etmez gibi dursa da alarm zilleri çalıyordu. Bütün ülkeler
önlemlerle birlikte, bu krizin yaratacağı etkileri hafifletecek
paketler hazırlıyordu. Türkiye’de ise devletin tutumu, daha sonraki
aylar boyunca Sağlık Bakanı’nın sosyal medya mesajlarında kötü bir
şakaya dönüşecek, “hasta olmamak elimizde” mesajıyla, “herkes
başının çaresine baksın” diye özetleniyordu.
Bir yıldan uzun süre geçti. İletişim Başkanlığı, “salgındaki
başarı” konulu broşür de yayınladı ama Türkiye’nin geldiği,
getirildiği nokta ortada. Resmi rakamları baz aldığımızda bile;
toplam vaka açısından dünya beşincisi, günlük vaka sayısında dünya
üçüncüsü ve Avrupa birincisi. Vatandaşına sağladığı ekonomik destek
konusunda ise –en yoksul ülkeler hariç tutulduğunda– dünyanın
sondan üçüncüsü durumunda. Meksika ve Arnavutluk ile son sıraları
paylaşıyor. Aylardır bilim insanları ve sağlık meslek örgütlerinin
ısrarla söylediği “tam kapanma”, yine “yerli-milli usulü” bir
yorumla, gecikmiş biçimde ve desteği sağlanmadan –hatta
düşünülmeden– uygulamaya konuldu. Yine açlıkla terbiye edilecek
herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda, çarkları
döndürecekler fabrikalarda, inşaatlarda çalışmaya devam. İki saat
önce açıklanan sokağa çıkma yasağı bu sefer iki gün önceye sıkıştı.
Hastalıktan korunmak, ayakta kalmak, sorunlarını çözmek yine
vatandaşın “eline” bırakıldı. Lebaleb kongre ve cenaze
merasimlerinin sorumluluğu bile vatandaşa yıkılmışken fena bir
seviye değil aslında. En son, 128 milyarın yeri için de vatandaşın
yastığının altı işaret edilmedi mi?
Bu iktidarın salgın performansı, başka alanlarda da gündeme
getirilen ve artık kronikleşen “yönetememe krizi” açısından çok
çarpıcı örnekler sundu. Maske dağıtımından aşı planlamasına, yasak
uygulamalarından istatistiki bilgilere kadar her aşamasında
saçılan, sıvanan beceriksizliklere tanık olduk. Ancak iktidarın
salgını “idare etme” biçimi, sadece beceriksizlikleri, saçmalıkları
ve sonu ölümlere varan sorumsuzlukları ortaya çıkartmakla kalmadı.
Bu iktidarın akıl yürütme biçimi, öncelikleri, kolladıkları ve
kolayca gözden çıkartabildikleri hakkında çok uzun sürede görünür
hale getirilebilecek şeyleri çok hızlı biçimde ortaya serdi. Belki
yıllarca anlatılamayacak hakikatler, en görmek istemeyen gözler
için bile görünür oldu. Benzerlerini ABD’de Trump’ın, Brezilya’da
Bolsonaro’nun, İngiltere’de Johnson’un, Hindistan’da Mudi’nin,
hatta Rusya’da Putin’in yaşadığı bir durum bu. Zaten bakılırsa
dünya korona sıralamasının ilk beşi bir şeyler anlatıyor aslında.
Popülist demagojiye başvuranların “elitlere karşı halkı” savunma
palavrasının, kimsenin özel katkısına ihtiyaç duymadan çökmesini
izliyoruz bir şekilde.
Belediyelere ekmek büfesi açtırmamak için yürütülen akıldışı
mücadele, "128 Milyar nerede?" yazan pankartlara yapılanlar, hemen
tamamı "siyasi memur" haline getirilmiş devlet görevlilerinin parti
militanı gibi davranmaları. Bunun hoş görülmesi, teşvik edilmesi
yanında giderek bir mecburiyet ve yarışa dönüşmesi. Yargının siyasi
davalarla bir iktidar sopasına çevrilmesi, bunun fiili durum
olmaktan çıkıp övünülen bir icraat haline gelmesi. En küçük belde
belediyesinden borsa kuran iddia bayine, kendi bakanlığına mal
satan "iş bilir" bakanlardan pudra şekeri peşindeki ergen
danışmanlara kadar geniş başıboşluk. Dünyada uçan her kuştan
haberdar olma iddiasına karşılık hemen hiçbir alanı denetleyemeyen,
kontrol edemeyen bir yönetim. Dünyadaki bütün krizli noktalara kafa
uzatmak. Sonradan "arada kalındığı için" pahalıya patlayacak "araya
girmelerden", fırsat çıkartma gayreti. Bütün meselelerini dış
politikada, dış siyasetteki maceralarını içeride satma girişimleri.
İçerde "ihanet", dışarda "yok hükmünde" bahanesini olur olmaz
kullanmak. Günün sonunda "eyyy.." diye başlayan cümlelerin tükenip
gitmesi.
Bütün bu tablo karşısında, “bunlar yöneteme problemi değil,
nasıl yönetmek istedikleriyle ilgili bir resim” demek mümkün
elbette. Ekonomik krizle veya salgınla ilgili yapıp edilenler, dış
politikada bağıra bağıra gelen bedeller, bir beceri meselesinden
çok açık bir tercih aslında. Fakat, son zamanlarda ortaya dökülen,
hatta saçılanlar, yapılmak istenenlerle ilgili olmasa bile,
bunların görünmesi ilgili sorunların küçümsenmeyecek bir seviyeye
geldiğini düşündürüyor. İktidar, dış politikada, ekonomide,
sistemin genel işleyişinde, hukuktan siyasete her alanda, bilerek
ve isteyerek bir tarzı dayattı, zorla kabul ettirdi. Salgın
önlemlerine bile, keyfiliği, kendine başka herkese başka yasak
uygulamasını, sinsice bir hayat tarzı tahakkümünü yapıştırabildi.
Ancak epeyce uzun bir süre bütün bunların gündemde yer alma
biçimlerini kontrol edebildi, sonuçlarını idare edebildi. Sorunları
çözememe, beklentilere cevap üretememe sıkıntısını geniş kesimler
nezdinde perdeleyebildi. Şimdi izlediğimiz, bunu da yönetemez hale
gelmesi. Artık kendi medyasında koparttığı gürültü, kendi meclis
grubunda gösterdiği video, getirdiği yasaklar, aldığı önlemler,
hatta ortaya attığı vaatler bile terse işliyor.