Eğer belli bir türe yerleştirmemiz gerekirse ‘hapishaneden kaçış’ filmleri olarak adlandırabileceğimiz filmler, genelde güçlerini senaryolarındaki tempodan, olay örgüsündeki ‘zeki’ buluşlardan ve başkarakterlerinin psikolojik derinliğinden alır. Senaryosunun çatısını bir ‘kaçış’ macerası üzerine kuran bu yapımlar, eğer belli bir tarihsel dönem veya yerde geçiyorsa, bu şartların filmde net bir şekilde görünmesi en azından hikâyeden kopuk olmaması gerekir.
Geçmişte ‘The Great Escape/Büyük Firar’ (1963), 'Escape from Alcatraz/Alcatraz’dan kaçış’ (1979) veya en yakın örnek olarak ‘Shawshank Redemption/Esaretin Bedeli' (1994) filmlerinde izlediğimiz bu hikayeler, çoğunlukla başkarakterlerinin hapishaneye nasıl düştüğünü ya es geçer ya da bunu çok kısa olarak gösterirler, daha çok onların bu ‘hapishane’ dünyasında nasıl bir düzen kurdukları üzerinde zaman harcar ve tabii ki asıl odaklandıkları şey, kaçılması çok zor bu yerden nasıl kurtulabildikleri olur.
Digitürk’ün Bein Connect uygulamasında izleyebildiğimiz ‘Escape from Pretoria’ da benzer bir hikâyeyi ele alıyor. Ancak film, hem başkarakterlerin ‘adi bir suç’ işlemiş değil ‘siyasî suçlu’ olmasına dikkat çekerek ve hem de ‘aceleye’ getirilmiş mahkumiyetleri ve yatmak zorunda kaldıkları hapishanenin insanı zorlayan koşullarındaki adaletsizliğe bir parantez açarak, hikayesini daha politik bir düzeye taşımaya çalışıyor. Üstelik bu hikâyenin Güney Afrika’daki baskıcı ve ırkçı ‘Apartheid’ döneminde geçmesi ve senaryonun, gerçekten bu süreci yaşamış Tim Jenkins’in ‘Inside Out’ kitabından uyarlanmış olması da kuşkusuz filme farklı bir gözle bakmamıza yol açıyor.
Ancak bütün bunların yanında filmin bu önemli politik ‘arka planı’ senaryoda pek hissedilmiyor, hem hikâye hem de karakterler biraz ‘mesafeli’ kalıyor; başka bir deyişle, film biraz ‘akademik’ bir tarzda yapılmış gibi bir etki veriyor.
1978 yılının haziran ayında, ANC (African National Congress) üyesi, Tim Jenkins ve Stephen Lee adlarındaki iki beyaz genç ‘aktivist’, ‘Apartheid’ karşıtı bildiri ‘bombaları’ (!) patlattıkları için, (tabii ki taraflı) bir mahkeme tarafından sırasıyla 12 ve 8 yıl hapse mahkûm olurlar. İkisi de beyaz mahkumların tutulduğu Pretoria hapishanesine gönderilir. Burada Mandela davası sırasında hapse atılmış eski bir aktivist Denis Goldberg ve 20 senedir orada yatan Fransız Leonard’la tanışırlar. Tim, Stephen ve Leonard bu hapishaneden kaçmak için bir plan yapmaya başlarlar…
MAHKUMLAR VE PERSONEL…
Filmin çok büyük bir kısmının Pretoria hapishanesinde geçtiğini düşünürsek, bu alanın dışında karşılaştığımız kişiler doğal olarak şöyle bir görünüyorlar. Sadece Tim’in kız (ve dava) arkadaşı olan kadını dava öncesinde çok kısa bir süre ve mahkeme sırasında, Tim ve Stephen’ın (üzgün) ailelerini ise birkaç dakika görebiliyoruz. Aslında ikisinin de varlıklı ve eğitimli ailelerden gelmesi, neredeyse onları yargılayan mahkeme tarafından daha da kötü algılanmasına ve sadece birer ‘anarşist maşa’ gibi değil, ‘vatan haini’ olarak damgalanmasına yol açıyor.
Pretoria hapishanesinin pis ve eski olması dışında pek bir özellik taşımadığını, hapishane gardiyanlarının kaba, gaddar hatta biraz sadist, basmakalıp karakterler olduğunu, Tim ve Stephen’ın hiçbir şekilde ‘adi suçlara’ karışmış mahkumlarla iletişim kurmadığını hesaba katarsak, doğal olarak en ilginç olay onların bir diğer siyasi tutuklu Denis’le karşılaşması oluyor. Ancak bu noktada da çok yeni bir şey yok, çünkü aralarında geçen konuşmalar siyasi duruşlarından ziyade yine hapishaneden kaçmanın yolları, yakalanırlarsa artacak cezaları ve aşmaları gereken engellerin etrafında dönüyor. Belki sadece Denis’in kaçmaktan başka hiçbir şey düşünmeyen üç başkaraktere karşı ‘Hapishaneden kaçmaktansa, kalmak sisteme karşı daha ciddi bir başkaldırıdır’’ tavrı biraz siyasi bir boyut taşıyor. Ancak oldukça geç gelen bu tavır zayıf ve altı doldurulmamış gibi duruyor.
TIM’İN CEBİNDEKİ ANAHTARLAR…
Filmin can damarlarından biri, Tim’in kaçma yolu olan hapishane kapılarını açan ‘tahta’ anahtarlar yapması ise ilginç olsa da biraz abartılı (her ne kadar aslında gerçek olsa da!) geliyor. Ama ciddi bir gözlem sonrasında ‘icat edilen’ bu anahtarlar, onların ve diğer aletlerin saklanmasına yarayan, hapishanenin kıyıda köşede kalmış yerleri ve bütün bu planın her an gardiyanlar tarafından fark edilme tehdidi, hikâyeye belli bir tempo ve heyecan katıyor. Birkaç deneme sürecinden sonra geceleri birçok kapıyı açmayı beceren Tim ve arkadaşları bir anlamda hapishanede istediği gibi ‘at koşturmaya’, plan kaçışları için bütün hazırlıklarını yapmaya zaman buluyorlar. Ama tam bu noktada bir ‘dış tehdit’ eksikliği göz çarpıyor: Normalde çok sıkı korunan, kaçması nerdeyse imkânsız bir hapishanede gece kontrollerinin sadece bir şişman, hantal, yaşlı ve bıkkın bir gardiyan tarafından yapılması! Arada zalim başgardiyan da hücreleri ziyaret ediyor ancak hepsi o kadar… Kim bilir, belki Tim Jenkins ve arkadaşlarının gerçekte de kaçmasını sağlayan bu ‘gevşek’ önlemlerdir!
Bütün bunlara rağmen, başkarakterlerin başarısız kapı açma denemeleri ve birçok defa yakalanma tehlikesi yaşaması belli bir heyecan taşıyor, az da olsa bir gerilim havası estiriyor.
Karakterler asla orada neden olduklarını unutmuyorlar. Hapishanede bir düzen kurmaya çalışmıyorlar, asil ve kibar siyasi duruşlarından taviz vermiyorlar. Dolayısıyla kaçma planları da sadece bir ‘paçayı sıyırma’ gibi değil, ‘adaletin geri gelmesi’ gibi veriliyor.
POLİTİK YANINA DÖNECEK OLURSAK…
Sonuçta ‘Escape…’nın ‘hapishaneden kaçış’ filmi olarak hiç de fena olmaması ama aslında yaşanan olayın temelini oluşturan ‘politik ortamı’ yeterince hissettirmemesi aklımıza, biraz buna göre ‘dizayn’ edilmiş fikrini getiriyor. Film, sonuç olarak 1948-1994 yılları arasında Afrika Cumhuriyeti'nde iktidarda bulunan Ulusal Parti Hükümeti'nin baskıcı ve ırkçı, çok sancılı bir döneminde (Apartheid) geçiyor. Buna rağmen hikâyede nerdeyse bir siyah karakter bile yok! İronik görünen bir başka nokta, filmin yönetmeni Francis Annan’ın genç bir siyah Britanyalı ama filmin bir Güney Afrika yapımı değil, bir Avustralya-Britanya ortak yapımı olması…
Filmde Tim Jenkins’i canlandıran Daniel Radcliffe rolü için bazen biraz fazla ‘genç’ dursa da genelde inandırıcı bir performans sergiliyor. Onun yanında Stephen Lee karakterini canlandıran Daniel Weber de aynı şekilde başarılı… Sadece hapishanedeki Denis (Ian Hart) karakteri biraz çekingen, onların arkadaşı Leonard (Mark Leonard Winter) biraz ‘eklenmiş’ duruyor. Ancak bu, karakterin diğerlerinin aksine gerçekten yaşamadığını, tamamen kurmaca olduğunu düşünecek olursak, kabul edilebilir bir durum…
Başta da değindiğimiz gibi Harry Potter büyümüş ve büyülerle uğraşmayı bırakıp daha çok anahtar ve kilit açma olaylarına geçmiş!