İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, daha 13 Mayıs’ta, Sedat Peker'in yeni bir video yayınlamasının ardından yaptığı açıklamaya, “Aylardır bu senaryonun bu noktaya geleceğini bekliyordum” diyerek başlamıştı. Daha önce de, bu gördüklerimizin aslında “başlayan değil, bitmekte olan bir kavga” olduğunu tartışmıştık burada. Soylu’nun “aylardır bekliyordum” sözleri de kavganın, düşmeye yakın bir olgun meyve olduğunu teyit eder nitelikteydi. Peker’i “bir kamera ile bir tripod” önünde gösteren görüntüler ortaya ilk çıktığında, konunun nerelere, kimlere yönelebileceğini kestirmek, ‘muhatapları’ için zor olmamıştır. İktidarı oluşturan bazı unsurlar arasındaki gerilimin, hiç değilse aylardır bir çatışmaya dönüşmüş olduğu da ortaya çıktığına göre; Peker’in çaldığı savaş borusunun, o çatışmanın tüm taraflarını teyakkuza geçirdiğini ve ‘bu perde’de neredeyse tüm oyuncuları sahneye topladığını söyleyebiliriz.
AKP’nin ve onun içindeki gruplaşmaların, MHP’nin ve onun içindeki grupların, başta güvenlik bürokrasisi olmak üzere tüm unsurlarıyla Devlet’in, ‘derin devlet’ popüler adıyla anılan kontrgerilla, mafya, çete vs. ekiplerin, uluslararası güç odaklarının ve elbette, çıkarları farklılaşmış çeşitli sermaye gruplarının katıldığı; tüm pozisyonların, ittifakların değişkenlik gösterebildiği, gösterebileceği; çok yönlü, çok katmanlı bir çatışmanın finaline tanıklık ediyoruz. Bu final temsiline ilişkin bir durum raporu ile başlamak yerinde olabilir.
…
Sedat Peker, rejim ve devlet için, özellikle 2015-2019 arası fonksiyonu ve bu dönemde üstlendiği ‘görev’ler nedeniyle sanılandan daha sert bir demir leblebi olarak çıktı ortaya. Hem rejimin işleyişi açısından kendi öznel rolü ve bu sayede edindiği ‘bilgi’ ve ilişkiler, hem de iç ve dış konjonktürdeki eş zamanlı daralmayla birlikte rejimin yaşadığı nesnel sıkışma, onun etkisini büyüttü. Öngörülemeyecek bir rüzgâr yarattı Peker; bunda kendi gücünden çok, rejimin içeride kaba kuvvetle perdelemeye çalıştığı güçsüzlüğü rol oynadı, oynuyor. Daha iki üç video yayınlamışken devletin tepelerini konuşturmaya, üstelik yaygın şekilde birbirine karşı konuşturmayı başardı. Kısa sürede hem Mehmet Ağar’a, hem Süleyman Soylu’ya, hem de Binali Yıldırım’a erişti ve üçünü de yıprattı. AKP içindeki farklı gruplaşmaların kılıçlarının kından çıktığı, bunların hepsinin ‘birbirlerine karşı bazı hazırlıkları’ olduğu görüldü. TRT, Anadolu Ajansı, Emniyet, Jandarma, AKP’li siyasetçiler, ‘gazeteci’ görünümlü araç gereçler, bir kısım Susurlukçular, çeşitli dalaşmaların zemini ve nesnesi oldu. Zaten epeydir kırılgan olan ‘özgüven’ler ağır hasar gördü.
Rejimin siyasal unsurları, doğrudan itham edildiği için sahneye çıkmak zorunda kalanlar ve tetiklenenler; sessizlik ve endişe içinde Erdoğan/Bahçeli’den gelecek işareti bekleyenler ve Cemil Çiçek, Bülent Arınç gibi ‘bunu ciddiye alalım’ diyenler şeklinde kabaca tasnif edilebilecek üç parçaya bölündü ve bu kararsızlık hali, bir zaaf belirtisi olarak haftalarca sürdü. Hatta halen sürüyor.
Burada en ilgi çekici durumda olan Erdoğan’dı elbette. Erdoğan’ın haftalar boyu süren bir sessizlikle aşınmasına sebep olan açmazı, İlker Küçükparlak’ın çok yerinde benzetmesiyle “Zugzwang” olarak adlandırabiliriz. Bir satranç terimi olan Zugzwang, oyuncunun hamle yaparsa kaybedeceği, ama sıra kendisinde olduğu için hamle yapmak zorunda olduğu an’ı ifade ediyor. Erdoğan, ‘müzakere etmek’ için bu elde pas geçmeyi, hiç değilse ‘karşı’dan gelen hamleyi bir süre daha izlemeyi tercih ederdi belki; ama kendi etrafında, güçsüzleşmesinin bir sureti olarak yükselen kavga ve yangını durdurmak için de hamle yapmak zorundaydı. Soylu başta olmak üzere, ittifak halinde olduğu bazı kesimler de buna açıkça zorladı onu. Bir siyasî figürün, kısa süre içinde –biri TRT olmak üzere– iki kanalda boy gösterip, her ikisinde de kendisiyle ilgili iddiaları yanıtlamak yerine kendinden önceki yöneticileri suçlaması, çoğu zaman doğrudan Erdoğan’a konuşması, onunla müzakere etmesi ve ardından ‘beklediği desteği’ alması, bu rejim için müstesna bir olaydı.
Fakat açmazın içindeyken yapılan bu ‘hamle’ sorunu çözmediği gibi sert bir yanıt aldı. İddiaların kapsamı ‘uluslararası ilgiyi’ de artıracak şekilde genişledi ve “helalleşme” parolasıyla doğrudan Erdoğan’ın kapısına geldi. Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamaları kendi taraflarında bile dikkati dağıtmaya yetmemişti; video-diziye ilgi daha da arttı. Rejimi oluşturan güçlerin çok parçalı, dağınık ve istikrarsız görüntüsü değişmedi.
Erdoğan salı akşamı “TRT Özel” yayınına bu atmosferde çıktı. Toplumun gündeminden tamamen kopuk, temel sorunlar konusunda hamasi bir kabuktan öteye gitmeyen ve maddi gerçeklerin çoktan yıprattığı klişelere sıkışmış, öncelikli hedeflerinden birinin 14 Haziran öncesi Biden’a mesaj vermek olduğu anlaşılan, ama trajikomik şekilde de en çok “–Sende kaç hayvan var, –Öldürdün mü” diyaloğuyla dikkat çeken bir performans sergiledi. 1994’ten beri, kimi zaman cüretkâr ataklarla, kimi zaman pragmatist uzlaşmacılıklarla, ama maddi gerçekliğe bir noktasından mutlaka temas ederek söz ve hegemonya üretiyordu. On yılı aşan mutlak iktidardan sonra, gerçeklik ve onun gerekleriyle bağıntı kuramaz, bunlara dair bir söylem üretemez yere sıkışmakta olduğu görüldü.
Bu iki yönlü bir sıkışma olarak gerçekleşiyor. İlki, sermaye ve devlet düzeyindeki yukarıdan itirazların basıncıyla oluyor. TÜSİAD’ın Türkiye kapitalizminin yönüne ve güncelliğine dair kökten itirazları, küresel sermayenin eğilimleriyle de uyumlu şekilde 2019 baharından beri sürüyor. Rejimin, daha birkaç ay önce 2021’i ‘hukuk ve ekonomi reformu yılı’ ilan ettiğini hatırlamalı. Ama geldiğimiz nokta da ortada. TÜSİAD aylardır konuşmuyor, bununla ne dediği belli. Üstelik sadece rejimin gölge oyununda ‘geleneksel muarızı’ gibi gösterilen büyük sermaye de değil; farklı nedenlerle de olsa çeşitli boy ve sektörlerden küçük kapitalistler de durumdan memnun değil. Bu sıkıntılar, “Bütün zenginlik 5-10 aileye mi gidecek” gibi sözlerle videolarda da aksettiriliyor. Yukarıdan gelen diğer unsur devletin içinden ya da mücavir alanlarından yükselen itirazlar. Gare operasyonunun başarısızlığına gösterilen tepkiler, amiraller bildirisinin yarattığı etki, Montrö tartışmalarının seyri, Ayasofya’daki vaiz ya da vaazların yarattığı krizler, dışarıya bilgi-belge sızıntısının artması… Başta güvenlik olmak üzere bürokrasideki çeşitli unsurların, ABD’deki iktidar değişimi ve küresel kapitalizmin yeni eğilimlerini izlediği görülebiliyor.
İkinci basınç yönü aşağıdan geliyor. İşçi sınıfı ve tüm emekçiler, köylüler, çiftçiler, ücretli orta sınıflar, dev işsizler ordusu, esnaf yoksullaşıyor. Bu koşullarda, ‘pudra şekeri’ gibi bireysel, ‘128 milyar dolar’ gibi kurumsal olaylar, yolsuzluk vakaları daha çok dikkat çekiyor. Taban desteğinin eridiği tüm araştırmalara yansıyor. Ancak toplum örgütsüz ve dağınık. Emek, kadın hakları, toplumsal çıkarlar, demokratik hak ve talepler, doğanın korunması gibi pek çok başlıkta, ağır bedellerle sürdürülen, dirençli ve kararlı mücadeleler var; ama henüz bunların etkisi sınırlı, üstelik her türlü saldırının da hedefi halindeler. Halk ve toplum güçleri, egemen güçler arasındaki, endişe verici sonuçlara yol açma potansiyeli barındıran bir hegemonya savaşına böyle bir anda tanıklık ediyor. Resmî muhalefet, müstakbel iktidar olduğu kanaatiyle, tüm sorunları seçime havale etme niyetinde olduğunu gösterdi.
Marmara Denizi’ni, 70’lerden itibaren sanayi burjuvazisinin atık havuzu haline getiren Türkiye kapitalizmi, denizlerde iğrenç bir ‘salya’yla çıkıyor ortaya; karada da dalaşmalarını seyrettiğimiz devletinin aynı kıvamdaki görüntüsüyle... Bugün Türkiye’nin temel sorunlarının çözümü, muhayyel seçim mağlubiyetine bağlanmış bir salt iktidar değişikliği değil. Erdoğan’ın güçsüzleştiği, 14 Haziran’ı önemsediği ve beklediği, ama her hâlükârda 14 Haziran sonrasının da hayli zor olacağı görülüyor. Ama artık bu tek başına bir anlam ifade etmiyor. Tüm yıkıntının onarılması, harabenin, makyajlanıp ön cephesi değiştirilerek değil, böylesine kolay yıkılmayacak şekilde yeniden yapılması için toplumun mukadder değişime aktör olarak katılması gerekiyor. Aksi durumda, Türkiye’nin “20 yıllar kaybetmek” konusundaki bonkörlüğü haklı bir endişe kaynağı oluyor.