Geçtiğimiz haftalarda salgın şartlarına pek de uymayacak bir siyasi hareketlenme hatta hararet gündeme gelmişti. Bu hareketliliğin bir baskın seçimin habercisi olabileceği yolunda yorumlar yapıldı. Ekonomik sıkışmanın gündemden uzak tutulması ihtiyacının öne çıktığı söylendi. “Yeni rejimi” sağlamlaştırmak için son çiviler çakılıyor değerlendirmeleri oldu. Bu hareketlilik yerini geçici bir durgunluğa bıraktı ama iktidarın otoriterleşme açısından “durmak yok yola devam” sloganına bağlı kaldığı anlaşılıyor. Barolarla ilgili düzenlemedeki ısrar, daha önce yine gündeme getirilen ama sonra dondurulan “sosyal medyaya nizam verme” girişiminin Erdoğan tarafından yeniden dile getirilmesi, Bahçeli’nin ortaya attığı seçim ve siyasi partilere ilişkin düzenleme talebini tazelemesi, fazla gürültü çıkartmadan pişirilmeye çalışılan kıdem tazminatı meselesi.
Bu köşeyi takip edenler, yaşanan hareketliliğin verilmiş kararlardan çok zemin yoklama gibi durduğunu yazdığımı hatırlayacaklardır. İktidarın bu yoklamalardan çıkarttığı ilk sonucun, imkanları/fırsatları maksimum kullanma ve gidebildiği kadar mesafe alma şeklinde olduğu anlaşılıyor. Bir hafta önceki yazının başlığındaki “eldeki imkan ayağın bağı oluyor” görüşüne ve kronikleşen erimeye kalıcı çözüm arayışına pek itibar edilmediği anlaşılıyor. Belki de yoklamalarda bunun pek mümkün olmadığı fark edilmiştir. Bu yüzden fazla direnç olmayacağı hesaplanan her alanda, kontrolsüz bir ataklığın hatta aceleciliğin tercih edilmesi ihtimali giderek güç kazanıyor. Bu yaklaşımı özetleyen cümle yine Bahçeli’den geldi: “Milliyetçi Hareket Partisi’nin takip ettiği iki stratejik hedeften birisi Cumhur İttifakı’nın devamı, bir diğeri de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin dönemsel değil, bilakis daimi başarısıdır.”
Meselenin özeti şu: Senelerdir seçimlerin asla aşılamaz bir baraj olarak kendisini koruyacağını iddia eden ve yeterli çoğunluğu daima sağlayabileceğine inanan iktidar, ciddi bir aritmetik sıkıntı içinde. Çok sayıdaki araştırma, iktidar oylarında ciddi gerileme tespit ediyor. Erime henüz rakipleri yükseltmiyor olsa da destek kimyasını bozuyor. Daha önemlisi, iktidar sözcüleri bir süredir çoğunluğu temsil ettiklerini ileri sürmek yerine, muhalefetin oluşturduğu tehlikelerden bahsetmek zorunda kalıyor. Çekirdek tabanı tutmak veya henüz “kararsız” havuzundan daha ileri gitmeyen rahatsızları tamamen kaybetmemek için, hep yetersiz kalan çarelerini sürekli yenilemek zorunda. “Alternatifsizlik” iddiası için sayısal üstünlük dışında sağlam bir çapa bulması gerekiyor. İşte bu yüzden artık asla kazanamayacak değil, kazanması çok tehlikeli olacak muhalefetten bahsediliyor. Bu da yetmiyor, ülkenin beka davasının bir parçası olarak bu durumun engellenmesi için önlemler almanın gerektiği ve bunun meşru olduğu söyleniyor.
İktidarın hızlı davranma ve aceleciliğinin nedeni, mevcut aritmetik baskıyı -seçimli veya seçimsiz- üç sene taşımanın çok zor olması. Eldeki zamanı olumsuz tabloyu terse çevirmek için kullanmak ve daha önemlisi bundan sonuç almak pek mümkün görünmüyor. En azından yoklamalardan bu sonucun çıkmadığı ortada. Buna karşılık, hem uluslararası konjonktür hem hakim zihni iklim, otoriter ataklar için hayli elverişli. O halde, eldeki zamanı kendi imkanlarını genişletecek, başkalarına her yeri dar edecek hamlelerle kullanmak gerekiyor. Önümüzdeki günlerde bu hızlanmanın somut işaretlerini daha çok göreceğiz. Son zamanların gözde tamlaması “popülist otoriterlik” üzerinden söylersek; zaman popülistlik zamanı değil, otoriterlikte en uzağa atlamanın zamanı. Zaten sağlanabileceği çok şüpheli bir popülist dalga üretmenin önünde çok sayıda engel var.
İktidardaki 18'inci yılını tamamlamak üzere olan AKP’nin neredeyse başlangıç rakamlarına yakın bir oy oranına geri dönmüş olması çok şaşırtıcı değil aslında. Hatta bu kadar uzun bir sürenin doğal ve çok sayıda krizle bezeli ciddi tahribatlarının ardından, “şaşırtıcı oy patlaması” olarak değerlendirilen başlangıç oy seviyesini hâlâ tutuyor olması da kolay temin edilebilir bir sonuç sayılmaz. Ancak meseleye rakamlar açısından bakmanın her şeyi açıklamaya yetmeyeceği bir siyasal süreç söz konusu. Devam eden desteğin niteliği ve hangi enstrümanlarla sürdürülebildiği konusunda çok ciddi bir değişim söz konusu. Bu iktidarın doğuşuna siyasal destek vermiş ve sonrasındaki tırmanışı sırtlanmış kesimlerin giderek genişlemesine karşın, iktidarın eklenen yeni kitlelerdeki ağırlığı düşüyor. Özellikle kentlerde ve genç nüfusta çok net görülen bir durum bu.
Çoğunluğu ve çoğunluk değerlerini temsil iddiası, nepotism ve klientalizm gibi hastalıklarla hem de “beka davası” gibi “devletin sadık milleti” fikrinin ağırlık kazanmasıyla ciddi bir aşınma yaşıyor. Milletine aşık olduğunu iddia edenler, milletin kendilerine meftun olmasını talep eder hale geliyor. Artık taşıyıcı olmaktan çok tutucu bir içerik kazanan kutuplaştırma temaları çok hızla eskiyor, etkisini kaybediyor. Çelik çekirdekteki rövanşist hınca sıkışan motivasyon ise iyice zayıflamış olan kapsayıcılığı tamamen öldürüp, dışlayıcılığı tek varoluş biçimine dönüştürüyor. Bütün bunlara ek olarak Bahçeli’nin değiştirilmemesini garanti altına almak istediği yeni sistem, temsil ilişkisini güçlendirmek yerine bozan bir etki yaratıyor. Gerçek temsilcisinin arkasında yer alarak mücadele edilecek bir müesses nizam ve bundan beslenen elitler hikayesi tazelenemiyor. Bu sahicilik ve derinlik kaybı, söylem revizyonları ve taktik ataklarla karşılanamıyor. Bu çabalar, eriyen tabanı “kararsızlar” cebinde tutmaya ancak yetiyor.
Peki, bu yapısal sorunları aşmaktaki zorluklar nedeniyle eldeki imkanları maksimize ederek daha güçlü bir otoriterliği inşa etmek iktidar için kurtarıcı olabilir mi? Korona vesilesiyle bütün dünyada tartışılan bir mesele bu. Salgın ve sonrasının yarattığı zeminin otoriter eğilimleri besleyecek olması, bazı popülist siyasi aktörlere ekstra imkanlar sağlayabilir mi? Bu konuda -aksi görüşler olsa da- yaygın yorum, tablonun otoriter eğilim ve niyetlere imkan vereceği yolunda. Ekonomik arka planın ve salgın öncesinde başlayan, şimdi daha derinleşeceği anlaşılan kriz koşullarının da bunu destekleyeceği düşünülüyor. Fakat otoriterlik, güç maksimizasyonu, orantısız alan genişletme, kontrolsüz baskı politikaları uygulayıcıları için de bazı riskler taşıyor. İmkanlar fazla açık, riskler ise biraz gizli sanki. Bu risklerin başında da, iktidarın kontrolü ile çözüm/cevap üretme mecburiyeti –ve olası başarısızlığı- arasındaki doğrusal ilişki geliyor. Hemen peşinden de popülizmin otoriterliğe yol açabilmesine karşılık, otoriterliğin popülizm imkanlarını fazlaca besleyememesi eklenebilir.