“Bu karanlığa Tanrı hükmediyor olamaz, buranın hâkimi olsa olsa şeytandır.” (Bolivyalı madenciler)
Geçen haftaki yazıda bir 'söyleşi' ve 'belgesel'in adını anmıştım. İlki, İrfan Aktan'ın hekim Osman Elbek ile salgın üzerine “İktidar yarın faturayı bilim kuruluna kesebilir” (24 Nisan) başlıklı söyleşisi. İkincisi Ümit Kıvanç'ın, güncel haliyle “16 Ton” başlığıyla yayınlanan belgeseli. Biri salgın, diğeri madenciler üzerine... Söyleşi, dünyayı altüst eden salgın hakkında tıbbi bilgi yanında konunun ekonomi-politiğine ilişkin de bilgilendirirken; Kıvanç'ın belgeseli son yüzyılların büyük sahtekârlığı 'serbest piyasanın' hiç de serbest olmayan koşullarında 'madencilerin' yaşamını, 'onlara yaşatılanı' anlatıyor. 'Anlatmak' fiilinin sadeliği aldatmasın, bir süredir böyle güzel ve heyecan verici bir, 'bir buçuk saat' geçirmemiştim bilgisayar ekranının karşısında.
Malumunuz, serbest piyasa, söylendiği gibi 'serbest' olmadı hiçbir zaman. Kapitalizmin büyük mahareti, piyasanın 'becerikli' aktörlerinin; bir piyasanın 'serbest' ve bir elin 'görünmez' olabileceğine dair türlü yalanları başarıyla söyleyip bunca insanı ikna edebilmesi. Çılgın gibi çalışıp yalnızca zar zor karnını doyurabilenlerin, üretim araçlarına sahip oldukları için hiç çalışmayıp büyük servete kavuşabilen sömürgenlere şükran duyduğu, serbest piyasa düzeni. Kapitalizm, acımasızlığı sürdürebilmek için akla gelebilecek her yol ve araca başvurdu tarihi boyunca ve artık tıknefes de olsa, her çatlaktan sızabiliyor. Salgın, zaten bilinen, görülen, hissedilen türlü adaletsizlikleri, gelir uçurumunu iyice görünür hale getirdi ve zaten beklenen gelişmeleri hızlandırdı.
Ulusal ve uluslararası ölçekte derdi tasası 'kâr' olan bir örgütlenme; siyasal, toplumsal, ekonomik, tüm kurumlarıyla aynı hedefe yöneliyor. Her şeyin başlangıcı, mülkiyeti/üretim araçlarını koruyup kollamak değil miydi nihayetinde; keşifler, yerli halkların yok edilmesi, beyaz erkeğin üstünlüğünün keşfedilivermesi, eh haliyle siyahların köleleştirilmesi, o koskoca düşünürlerin mülkiyeti güvence altına almak için döktüğü dil, toplum sözleşmesi kuramları vs... Dünya çapında bir salgın söz konusu olduğunda da, kâr hırsı ve bencillik, milyonlarca insanın ölüme terk edilmesi, demek. Son günlerde 'aşı patenti' konusundaki tartışmalar gündemde. Osman Elbek'e göre: “DSÖ, ülkelere 'teknolojilerinizi getirip ortak havuza koyun, herkes alsın ve kendi ülkelerinde, uygun bir vaziyette kullansın' diyor. Böylesi bir durumda, her ne kadar yıllar içinde altyapı itibariyle aşı üretme kapasitesi ortadan kalksa bile Türkiye ve benzeri ülkeler altyapılarını uygun hale getirip aşıyı üretmeye başlayabilir... aşı üretim süreci boyunca pek çok farklı şirketin farklı patent hakları doğuyor. Fakat insanlığın geleceği için aşı üretim sürecinin tümünün patentten muaf tutulması gerekiyor. Elbette hiçbir şirket buna yanaşmaz ama insanlığın geleceği de bu şirketlerin elinde olmamalı zaten.”
1995'ten önce aşı üretimiyle ilgili böyle bir sorun, hiç olmazsa bu düzeyde yokmuş demek ki. DTÖ'nün 'fikrî mülkiyet hakları' anlaşmalarını dayatmasıyla başlamış ve uyarılar ancak bir süre geciktirebilmiş felaketi, ancak kapitalizmin iştahını engelleyememiş. Örneğin Bill Gates'in bir 'ricası', milyonlarca insanın yaşam hakkının önüne geçebilmiş. Elbek şöyle özetliyor:
“İlk olarak London School of Economics... aşı molekülünü var etmenin iddia edildiği gibi 2,5 milyar dolar değil, 40 küsur milyon dolar olduğunu ortaya koydu. İkincisi Pfizer büyük bir şirket ve aşıyı yüksek Ar-Ge kaynağı nedeniyle onun bulmasını beklerdik. O mu buldu? Hayır. Ama ne yaptı Pfizer? Gidip BioNTech gibi aşıyı keşfeden küçük bir şirketle anlaştı. Yani ilaç şirketleri büyük Ar-Ge faaliyetleri yapıp, yeni icat falan yapmıyorlar. Tersine, aklını-fikrini kullanan küçük şirketleri yutuyor, onlarla evlilikler yapıyor ve ürüne sahip olup dünyaya sunuyorlar. Bu 'küçük' şirketler de finansal kaynaklarının hemen hepsini kamuda karşılıyor. Mesela başka bir büyük şirket olan AstraZeneca da aşıyı bulmadı. Bir kamu üniversitesi olan Oxford’un bulduğu aşıya ortak oldu. Peki neden Oxford Üniversitesi bulduğu aşıyı AstraZeneca ile paylaştı? Çünkü üniversitenin fonlarının en büyük fonlayıcısı Bill Gates’in 'ricası' bu yöndeydi. Bu 'rica' olmasaydı Oxford Üniversitesi aşıyı 10 centten dünyaya sunacaktı. Şimdi de en ucuz aşı Oxford-AstraZeneca’nınki ama 10 cent değil.”
Yaşasın bilim ve bilim insanları! Yeri gelmişken hatırlatmakta yarar olabilir: 'Bilim insanı tarafsız olmalı' yargısı, bir diğer büyük yalandır. Bilim insanı 'nesnel' olmak zorundadır, buna mukabil 'tarafsız' olmaz, olamaz. Biri 'ben tarafsızım' diyorsa, bilin ki egemen sınıfın hizmetinde, onun çıkarlarını savunuyordur.
Söyleşiyi yapan İrfan Aktan'a ve Dr. Osman Elbek'e teşekkür borçluyum. Osman Elbek'in, yalnızca yukarıdaki cümleleri bile, kamuculuğun değerini, insan yaşamının sermaye sahiplerinin insafına terk edilmemesi gerektiğini, hiçbir sermayedarın araştırmalara babasının hayrı için destek olmayacağını, kullanılan her 'fonun' aynı zamanda 'borçlanma' anlamına geldiğini açıkça gösteriyor. Şu ana dek 50'nin üzerinde ülkeye tek doz aşı gitmemiş. Sınırsız bir kaynaktan söz etmiyoruz. İsrail parayı bastırıp şu kadar aşı aldı, beriki milyonlarca yurttaşını aşıladı, haberlerine bu gözle de bakmak gerekiyor. Parası olanlar, parası olmayanları alt ediyor, bir kez daha. Birkaç yüzyıl önce tüfek sahibi olanların olmayanlara, makine sahibi olanların emeği giderek değersizleşenlere, beyazların siyahlara yaptığı gibi.
Belgeselin bir yerinde Ümit Kıvanç: “Parası ve silahı olanlar, parası ve silahı olmayanları yerin dibine gönderdi.”
Kapitalizmin acımasızlığının en gözle görülür olduğu alanlardan biri madencilik. Kıvanç “16 Ton”da, önce kısaca (ve baştan sona vazgeçmediği iğneleyici üslubuyla) insanoğlunun akıllı telefon ve obezite sınırına ulaşmak için epey emek/zaman harcadığını, 'medeniyet' faslında anlatıyor. Buna, kapitalizmin ve Aydınlanma'nın 'kısa tarihi' de diyebiliriz. Ardından madenciliğe giriş: “Akıl, küçük çocukları madene gönderdi, din de karanlıkta can verenlerin arkasından ilahiler söyleyerek kalanları teselli etti ki, ertesi gün yine madene inebildiler.”
Gelişme, ilerleme için gerekli bir faaliyet madencilik... İnsan çok, yoksul insan çok, bu da demektir ki ucuz işgücü, harika, biri ölürse ya da hastalanırsa yerine birini bulmak kolay, sırada bekliyor diğer açlar, olmadı çocukları, eşleri ve çocukları... Grev mi yaptılar, daha iyi koşullar talep ediyorlar, şerifi gönderelim üzerlerine (1890'larda Illinois-Vırden), olmadı Ulusal Muhafızları yürütürüz, hay Allah içlerinde ölenler oldu, şimdi piyasa huzursuz olacak, üretim yavaşlayacak, kimin hakkı var piyasayı huzursuz etmeye... Colorado'da (1914'te Ludlow) isyan ediyor madenciler, 'madenler halka devredilsin' diyenler var, yok artık saçmalığın daniskası, 'tartılar hileli, çıkardığımız kömürü tartacak olanları biz belirleyelim', Rockefeller durumdan çok rahatsız, madencileri lojmandan çıkarıyor, en iyisi grev çadırlarını yakalım, kahretsin yine öldü işçiler, huzursuz olacak piyasa, aman neyse ki 'halkla ilişkiler' diye bir şey icat edilmiş, büyük patronun imajını düzeltmek gerek, madenci kıyafetiyle poz versin, bir iki ziyaret... Bir de, 'bilgilendirici' broşürler yayınlamak gerekir, madenci kendisine eziyet edilip sömürüldüğünü düşünebilir bir an, olacak iş değil, yoksulluğun ve ölümlerin memleket bekası için olduğu iyice anlatılmalı, en kötüsü sınıf bilincinin yeşermesi olur, ekmek verildiği için şükretmeli her gün, bulamayanlar var, bir de sürekli tüketmenin çok iyi bir şey olduğuna ikna edilmeli herkes, 'insanları topluca yönlendirmenin ilmi' önemli...
Madencinin sefaletini anlatan bir şarkı, “16 Ton”... “Benim ölmeye imkanım yetmez, ruhum şirket mağazasında rehin” diyor nakaratı, NBC'de Ernie Ford söylemiş bir programda ve madenci yoksulluğunu anlatan şarkı en çok satanlar listesine girmiş, büyük kâr getirmiş anlayacağınız, ne garip sefaletin ve madenci sömürüsünün 'sözlerinin' savaş sonrası 'müreffeh' yıllarda böyle rağbet görmesi, ruhun şirket mağazasında rehin olabilir ama çok para kazandırdı, deyivermiş serbest piyasa, aman huzursuzluk olmasın piyasada, plağın çok satması ne kadar güzel, ne de olsa onca insan ekmek yiyor müzik endüstrisinde, bak gördünüz mü iyi ki satış ve pazarlama var, en iyisi o teknikleri olabildiğince geliştirmek.
Patlamalar, patlamalar, onlarca yüzlerce ölü, gaz sıkışması, kömür tozu, hastalıklar, ölüm, yine ölüm... Türkiye... Uzun Mehmed adında biri gerçekten var mıydı, yoksa 'halkla ilişkiler' faaliyetinin ürünü mü, söylendiği gibi 1829'da mı fark edilmiş kömür, iyi de bölge halkı kömürü yüzlerce yıldır tanıyor... 19. yüzyılda devletin kömürle ilişkisi başlıyor alsında, çok bildik yolla, belli bir yaşın üzerindeki çocuklar da madene indiriliyor, yaralanmasalar keşke çünkü tedavi masrafını kendileri karşılayacak... 1920'ler, Cumhuriyet devrinin maden ve madenci siyaseti, neyse ki artık 'akılla' yönetildiği için ülke daha rafine sömürü yöntem ve söylemi mümkün, 1929'da İş Bankası bölgeye giriyor, madencileri bir arada yaşatmak iyi hoş ancak o mahallelerin 'sanayi mahallesi' olmaması gerek, sınıf bilinci tehlikeli, hem zaten en iyisi 'sınıfsız kaynaşmış bir kitle' olabilmek, bir arada yaşarken geleneksel hayatlarından kopmamaları çok iyi olur, iyi bir danışman gerekli, Bartel Granning danışman olur, yetenekli bir danışman, ona herkes danışabiliyor!
Önemli olan 'verimlilik', üretim artışı, kapasite artışı, ilerleme ve tabii halkla ilişkiler... 1940-47 arasında yaklaşık 700 madenci can vermiş... Neyse ki çok partili yaşama geçildi ve demokrasi geldi... O da ne, eski tas eski hamam, yoksa DP propagandasını yaptığı kadar halkçı değil miydi, hay Allah, piyasa huzursuz olmasın, mesele bu, hem ölüm Allah'ın emri, madenciliğin fıtratında var ne yazık ki.
Serbest piyasa... Canım zorla mı çalıştırılıyor madenciler, serbest değiller mi beğenmiyorlarsa başka bir iş bulurlar... Maden ocağı olan bölgelerde başka bir iş alanı var mı ki, pek yok mu, neden yok, ne yani ekmek için yerin yedi kat dibine inmek dışında bir seçenek? O zaman örgütlenip ses çıkarmak, hak mücadelesi vermek sözcüğün gerçek anlamıyla 'hayatî' demek ki! 1960'larda madenciler sorular sorup grev yapmaya başlayınca... 'kanunsuz bu grevler' teranesi başlar, bir de 'dış mihraklar' var tabii, Mart 1965'te on bin asker Ereğli'de, 'halkla ilişkiler' hemen devrede, 'dış tahrikler var', 'işçiler içki içip jandarmaya saldırmış'... şu içki olmasa Türkiye sağı ne yapardı! Hakkını yemeyelim ama yetkililerin ve halk insanı siyasetçilerin, her felakette ve her ölümde çok üzüldüler, hatta 'müteessir' oldular, tek başlarına değil kuşkusuz, kendilerini çevreleyen güvenlik güçleriyle birlikte müteessir oldular... Tabutlara ve ölenlerin yakınlarına üzgün ve endişeli gözlerle baktılar hep, endişenin nedeni, cenazelerdeki sessizlikti, çaresizlik ve öfkenin sessizliği.
Hemen dağıldı ama kasvet, birlik beraberlik içinde, neşeyle yoluna devam etti serbest piyasa. 'Huzursuzluk' bir yere kadar, verimliliği düşünmek zorundayız, yoksa nasıl ekmek yiyecek bunca insan, sağolsun sermayedar!
Ümit Kıvanç'a, böyle güzel, zengin ve özgün bir belgesel yaptığı için teşekkür ederim. Üniversitede özellikle 'sosyal haklar' konusunu anlatanlar, derslerinde “16 Ton”dan yararlanmalılar.
Yazı önerisi: Tanıl Bora'nın “16 Ton+”ya ilişkin yazısı
Bir öneri/rica: Belgesel/film ve görüntülü söyleşiler, mutlaka 'altyazı' seçeneği/seçenekleri sunmalı artık.