Lizbon’da meydan kıyısında bir kafeydi. Kahve ve bira zamanlarının karıştığı günlerdendi. Bir şehirde yabancı olmanın ve aylaklığın tadı vardı ve kış güneşi iyi ısıtıyordu. Torbacılar güya sezdirmeden yanaşıp, eroin ya da esrar alıp almayacağımızı soruyorlardı ya satıcı ya polistiler ya da ikisi birden..,
‘Onu az tanıyanlar ya da yeni tanışanlar pek rahat olduğunu düşünürlerdi. Ben bilirdim ne kadar gergin olduğunu. O gün, o garip gün, iyice gerilmiş bir hali vardı. Soracaktım, soramadım nedense. Anlatır kendiliğinden nasılsa diye geçirdim içimden; sanki yıllardır bildiğimiz bir hikayeyi hatırlatırcasına. Hikayenin yarısında onu benimser, sahiplenir hatta, sonunu hisseder, neredeyse müdahale eder düzeltir, biraz gülümser, biraz hüzünlenirdim. Bitmeden bizim olurdu o sözde hikaye.'
Aynı masada oturuyorduk ne zaman gelsek. Her şehirde böyle kahveler, barlar ve masalar vardı hep gittiğimiz. Vefa denilebilir belki bu selamı sabahı kesmiş dünyada -bir çamaşırhanem de var Caracas’ta. Ne zaman gitsem hoş geldin deyip elimi sıkan bir sahibi var ve birlikte makinede dönen yıkananları seyrediyoruz biraz, sonra gidiyor, iki, üç tişört, bir pantolon-
‘O gün biraz ağırdan aldı nedense. Sanki taşıyamıyordu diline içindeki yükü, içtiği o kadar biraya rağmen ya da o yüzden. Hep hüzünlüydü ama bugün ayrı bir hüznü sahiplenmişti.
"Bir kelebeği sevmeden gitme bu kısa hayattan" diye haykırdı.
Hayatımda sesini yükseltmeden bağıran bir başkasını tanımadım.
"Efendim abi?" diye sordum kendi çapımda.
"Kelebeğin hayatı mı daha kısa yoksa onun güzelliğine aşık olmayanın mı, hiç düşündün mü?" diye ekledi bilmişçe. İnsanın pek aklına gelebilecek soru değildi doğrusu ama. Zaten cevap vermemi de beklemiyordu. Birasından koca bir yudum alıp devam etti hikayesine.
"Bir memlekette çok görmüş geçirmiş, çok varlıklı, bilgili, pek olgun, müthiş yakışıklı bir adam varmış. Bir gün şoförlü arabası ile giderken çok güzel bir kadının bir ara sokağa dans edermişcesine girdiğini görmüş. Şoföre dur bile demeden kapıyı açıp atlamış kadının peşinden... Arkadan gelen arabayı fark etmemiş, yerde yatarken yüzünde gülümseme, aklında o kız varmış. Aslında hayatının en güzel anını sonunda yaşamış."
Her meydan gibi kahraman heykelleri vardı biraz uzakta. Evsiz torunları bacaklarının dibinde yatıyordu ve bir başkaları arka köşesine işemişlerdi. İki-üç bira kutusu, boynunu eğmiş ve boştu yerde. Birinin eli boynuna sarılmıştı kutunun...
"Bunları uyduruyorsun değil mi?" dedim kendimi tutamayıp. O müstehzi bir ifade ile devam etti.
"İşte herkesin, en kısa ömürlü kelebeğin hayatından bile daha kısa mutlulukları vardır. Onları bir kutuda saklaması, ne az ne fazla sulaması ve hep hatırlaması gerekirken o bu güzel ara sokaklardan kendi konforu için anayola bağlanır gider, çok şeritli, fazla paralı, bol betonlu, düz, güvenli ve hızlı bir hayata...
Asıl mesele kelebeğin, o kadının, peşinde olduğun her neyse onun senin olmuş olması, olabilecek olmasından başkadır. Asıl mesele onların hayatında olması ve senin onu yaşamış olmandır.
Sakın adi bir koleksiyoner olma, tutma kelebekleri... yoksa öldürdüğün bir şeye taparsın."
Polis arabası geldi. Güneş gözlükleri vardı polislerin, dünyanın her yerindeki kardeşleri gibi. Kış güneşine üzülüyordu insan. Sen gel kış ortasında polis gözlüğüne tosla. Uyuşturucu satıcıları biraz ileri gittiler ama çok uzaklaşmadılar, at sineği gibiydiler, kalkıp kalkıp meydana kondular. Ve belki de her üçüydüler.
Artık sadece dinliyordum. Sulu kara gözlerinin ve masaya sabırsızlıkla vuran ince parmaklarının da benden beklediği buydu.
"O bakımdan sevgili dostum, bu kısacık ömürde en az bir kelebek sevmektir asıl olan, yoksa bir kelebekten çok daha uzun yaşasan ne yazar."
Utangaçça battı güneş sonra, sanki söyleyemeyeceği bir yere gidiyordu. Biz de sormadık, bira içmeye devam ettik. Her birimiz bir baharda rastladığımız kelebeği geçirdik aklımızdan... Güzde göremeyecek olmaktan hüzünlendik... Gururla...
Çünkü bizler bir kelebeği sevdik ve belki hâlâ seviyoruz, o bizden uzağa uçsa da.
Güneşin batması iyi olmuştu. Daha aptal duruyordu artık güneş gözlükleri...
*Yazıda italikler Mete Yeğin’den...