'Bu kitabı anneme ithaf ediyorum'
Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam, babaya yazılmış, anneye ithaf edilmiş bir kitap... Fournier, kitabın yazım aşamasını, anlar içinde o ânı da kaydediyor sıklıkla.
DUVAR - Güncelden geriye giderek, önce Kuzeyli Annem, ardından Dul üzerine yazmıştım. Şimdi daha da geriye, Asla Kimseyi Öldürmedi Benim Babam’a giderek Fournier’yi rahat bırakacağım. Önce künye bilgileri.
“Anlatı” olarak tasnif edilmiş bu kitap, Dul gibi. Kuzeyli Annem’in anonsu romandı. Zafer Demez tarafından tercüme edilmiş –bu da yazdığım üç Fournier’ye üçüncü tercüman ediyor. Çeviriye temel alınan baskı 1999 tarihini taşıyor. Türkçedeki ilk baskısı 2009 yılında, Yapı Kredi Yayınları tarafından yapılmış. İkinci baskısı 2016’da. Bendeki kopya da 2016’da yayımlanan ikinci baskı. Editörü Korkut Erdur, düzelti Mahmure İleri imzasını taşıyor. Kapak, evet, Nahide Dikel’in. Kitabın orijinal adı da şu imiş: Il a jamais tué personne, mon papa.
Önce bu kitabı, sonra Dul’u, ardından Kuzeyli Annem’i okusaydım, bu kitaptaki “baba”yı sanırım bunca anlamayabilirdim. Şimdi, okuduğum haliyle iyi anladığımı iddia etmiyorum. Ama o iki kitapta da o ya da bu şekilde bahsi geçen babanın kim olduğunu aslında biliyordum. Tanımak da istiyordum. Founier (ya da kitabın anlatıcısı) daha baştan, kitabın ithafından safını belli ediyor: “Bu kitabı anneme ithaf ediyorum.” Babaya yazılan, baba için yazılan bir kitap anneye ithaf ediliyor. Burada, hiç yoksa, büyük bir kırgınlık var. Ne anlamı var bu kırgınlığın? Onu aramaya çalışalım.
Az evvel parantez içine alınan “ya da kitabın anlatıcısı” detayı mühim. Üç yazıdır vurgulamaya çalıştığım okurun özdeşlik kurma hali bu kitapta başkalaşıyor. Çünkü Fournier’nin bıyık altından gülen, karşıdakini güldürdüğü zaman sakin kalmaya devam edebilen anlatıcısı, burada artık daha tavizsiz konuşuyor. Gene kısa, küt, yoğun metinler bunlar; fakat alınlık olarak seçilen giriş bölümünden başka bir Fournier anlatıcısı ile karşı karşıya olduğumuzu apaçık belli ediyor. Uzunca alıntılıyorum:
Küçük İsa’dan, sık sık, babamın artık içmemesini ve annemi öldürmemesini isterdim. Ve bu vesileyle Noel’de bir hediye de isterdim.Yine Noel’de ondan bir tabanca istediğimi hatırlıyorum. Nasıl bir tabanca istediğimi çok iyi biliyordum. Bir Solido istiyordum. Fakat, Küçük İsa’ya özellikle markasını söylememiştim. Bana Küçük İsa’nın her şeyi bildiğini, düşüncelerimizi okuduğunu söylemişlerdi, o halde benim bir Solido istediğimi biliyor olmalıydı. Doğru olup olmadığını görecektik.
Hediye olarak bir Solido yerine markasız bir tabanca almıştım, babam da ömrünün sonuna kadar içmeye devam etmişti.
ZİHNİNDEKİ ALBÜME BAŞVURUYOR
Hatırlayan anlatıcı, bu kitapta da fotoğraflara, zihnindeki aile albümüne başvuruyor. En erken yitirdiği yakını babası. Babası bir hekim, bir tıp doktoru. Tedavisinin karşılığında bir kadeh içki içen, vizite ücreti talep etmeyen, “aslında iyi” bir adam. Kötü biri değildi, diyor Fournier babası için. Yalnızca çok içince biraz deliren birisi. Asla kimseyi öldürmeyen birisi, bununla övünen de birisi. Ve, birçok insanı ölümden kurtaran bir hekim. Ama çok içki içen, içkide teselli bulduğunu söyleyen herkes gibi, en yakınlarını çok zorlayan, üzen, sıkan birisi. Ayakkabısını çöpe atıp vizitelere terlikle çıkan bir adam babası; otomotivci bir arkadaşı tarafından sürekli kazıklanan, çalışmayan arabalar satın alan ama hikâyenin sonunda gülen bir hekim.
Anlatıcı, tarif ettiği babasından hiza alıyor. “Eğer babam çok akıllı bir kişiyse, çocuklarının aptal olmayacağını düşünüyordum. Benim bile.” Anlatıcıya göre, gözde çocuk o değildir, kardeşidir. Babası esas, kardeşini sever. Anlatıcının kelimelerle tanışıklığına, kelimelerin manalarına ve kökenlerine dair alakası bu kitapta daha belirgindir –eğer öteki kitapların anlatıcılarını aynı ses sayıyorsak:
Bir gün, babamın müdavimi olduğu bistrolardan birinin sahibi, işyerinde büyük bir tadilat yaptı. Yeni bir tezgâh aldı. Herkes tadilatı Doktor Fournier’nin sübvanse ettiğini söylemişti. “Sübvanse etmek”in ne anlama geldiğini bilmiyordum. Sözlüğe baktım, “mali olarak yardım etmek” anlamına geldiğini öğrendim.Annem neden bir bistro açmamıştı?
Babanın kusurları, sakarlıkları, olmamışlıklarından bolca söz ediyor anlatıcı. Hediye alıyor mesela, ama yanlış hediye alıyor. Anneye motorcu eldiveni alıyor. Kahramanlık yapıyor, tavuk kesecek ama neşter kullanmayı bilen bir doktor olarak türlü sakarlıklar yapıyor, tavuğu elinden kaçırıyor, taşla vurmaya falan kalkıyor. Kahramanlık değilmiş gibi görünen şeylerini, örtük biçimde överek anlatıyor ama oğul Fournier. 1944 yılında halen süren İkinci Dünya Savaşı’nın alarmları, sirenleri duyulduğunda sığınağa iner herkes. Birbiriyle bağlantılı bu sığınaklara inen komşulara büyükanne hikâyeler anlatır, dualar okur. Babası asla inmez. “Babam sığınağa inmezdi, çünkü korkmuyordu. Babam hiçbir şeyden korkmazdı. Bombaları umursamazdı, ölmeyi de umursamazdı. Tanrı’nın ‘Ayağa kalkın ölüler!’ diyeceği, ölülerin dirileceği gün bile ayağa kalkacağını sanmıyorum.”
“Akşamleyin Babam” başlıklı bölüm, sadece bu kitabın değil, ebeveyniyle bu durumu yaşamış herkes için yahut ebeveyniyle bunu birinin yaşadığını duyan dinleyen herkes için müthiş özet niteliği taşıyor:
Babam eve dönmeden asla rahat olamazdık. Her zaman eve nasıl geleceğini düşünürdük, her akşam bir sürprizdi bu.Edindiğimiz deneyimle, gelirken çıkardığı gürültülerden nasıl bir durumda olduğunu bilirdik.
Önce anahtarı deliğe sokmak için harcadığı zamanı hesap ederdik. Uzun sürdüğünde iyiye işaret değildi. Eğer kapıyı açamaz ve küfür etmeye başlarsa olabileceklerin en kötüsüne hazır olup kapıyı açmak gerekirdi.
Sonra öksürüşüne göre iyi ya da kötü, neşeli ya da üzgün olduğunu bilirdik.
Babam her akşam eve geldiğinde Evian ya da Vittel marka su içtiğini söylerdi, ama annemin ona inanmadığı pekâlâ anlardım.
Üç yazıdır uzun alıntılarla Fournier kitaplarından bahsediyorum. İkinci yazıda; “Alıntı yapmaya kalkarsam, kabaca kitabın yarısını alıntılamam gerekir. Bu da, bu yazdığımı benim yazım olmaktan çıkarır haliyle. Elimi korkak alıştırarak şu alıntıyı yapmalıyım. Fournier, kitabın yazım aşamasını, anlar içinde o ânı da kaydediyor sıklıkla. Okura da şunu söylüyor sanki; “Bu bir kitap ve ben bu kitabı sana yazıyor gibi yaparken kendime yazıyorum. Hatta karımdan bahsediyor gibi yaparken de senden bahsediyorum.” Bilmiyorum, belki de ben aşırı yorumluyorumdur,” demiştim.
Bu kitap için de geçerli bu. Başbakanın karşısında en olmaz şeyleri övmeye aşırı gayret ederken gülünç duruma düşen iktidar gazetecisi gibi görünmek istemem. Övdüğüm, göstermeye çalıştığım şeylerin, en olmaz şeyler olmadığını rahatlıkla kaydedebilirim. Fournier, bu çağın bir tuhaf anlatıcısı. Bu tuhaflık hakikaten kışkırtıcı. İnsanı yazmaya iten, daha çok Fournier okumaya iten, bolca alıntı yapmaya, kitabın altını çizmeye iten kitapları üçü de. Yollarımız şimdilik burada ayrılıyor.
Kitabın anlatıcısı bir font olsaydı, illa ki tırnaksız bir font olurdu. Verdana belki.