16 Nisan referandumuna giden süreci ve sonucunu soğukkanlı biçimde değerlendirmek mümkün değil hâlâ. Soğukkanlı olmak gibi bir niyetim de yok. Ben de dahil Türkiye’deki geniş kitlelerin, toplumun yarısından fazlasının duygusu derin bir haksızlığa uğramışlık duygusu. Bu da yeterince ifade etmiyor. Belki daha doğru ifade “adalet arzusu”. Adalet, insanlık tarihinin belki de en eski, en güçlü arzusu. Çok çeşitli başka duyguları harekete geçirecek ve hatta kurumsallaştıracak kadar güçlü. Devlet ve hukuk öncesi toplumları bir arada tutabilmek için intikamcı bir kıyas anlayışını kurumlaştırabiliyor örneğin bu arzu. Modern hukukun, bireyin haklarına dayanan hukukun ortaya çıkmasından önce devletin meşruiyet zemini adalete dayanıyor. Osmanlı’da örneğin, dünyayı ayakta tutan da devleti meşru kılan da halkı devlete bağlı kılan da adalettir. Arapça anlamıyla hak gözetme, denklik sağlama. Modern hukuk bu arzuyu intikamcı duygulardan kurtaracak bir pozisyon alıyor. Bireyler arasında eşitliği ve bireylerin devlet karşısında haklarını kurumsallaştıran modern hukuk, devletin insan yapısı olduğu, insanların barışı ve haklarını; özelde yaşam hakkını korumak için hukuka dayanan bir devleti inşa ettiği varsayımları üzerine oturuyor. Dolayısıyla adalet modern hukuk içinde ancak bu varsayımları ete kemiğe kavuşturacak yasalar çerçevesinde eyleyen bir devlet ve bağımsız yargı ile sağlanabiliyor. Bu nedenle kimse kimseye haksızlığa uğradığı olayla kıyaslanabilecek bir kötülük yapmıyor, yapsa bile bu meşru görülmüyor, kimse kardeşini öldüren kişinin kardeşini öldürmüyor; bunun yerine kendisine kötülük yapanı mahkemeye veriyor.
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ VE HUKUK
Adında adalet geçen bir partinin on beş yıldır kurduğu hükümetlerin yaptıklarını sayıp dökmek bu yazıda mümkün değil. Ama işin mantığını anlamak için o kadar uzun yazmaya gerek yok. Yakın örnekler verelim. En yakınını Tayyip Erdoğan referandum sonuçları henüz açıklanmadan verdi: “Atı alan Üsküdar’ı geçti.” Hukuka dayanan hiçbir açıklama olmadan, yangından mal kaçırdığını ifşa edercesine, pazardan at kaçırma efsanesine gönderme yaparak. Biraz daha öncesine gidelim. On beş yılda yapılan hukuksuzlukların üçe dörde katlandığı darbe sonrası süreci belirleyen deyişe: Allah’ın lütfu. Yani yüzlerce kişinin öldüğü bir geceyi, kendisine bağlı olanları bir araya getirip muhalif olanları yok edebileceği bir sürecin başlangıcı olarak müjdeleyen bir lütuf olarak görebilmekten bahsediyoruz. Faruk Alpkaya Adalet ve Kalkınma Partisi için, bu adın en uygun ad olduğunu söylemişti yıllar önce. Adalet intikam demekti, kalkınma da yiyicilik. Hukuka bağlı olmayan bir adalet varsayımları olduğu hep açık gelmişti bana, Bunlaaar diyordu çünkü, Eyyyy diyordu. Kindar ve dindar bir nesil istiyordu… Başbakanken “ben bu davanın savcısıyım”, Cumhurbaşkanı olduğunda “Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum” dedi. İçişleri Bakanı daha da ileri gidiyordu 2015’te: Anayasaya uymak zorunda değilim. Gerekçesi basitti: Hiçbir anayasal kurum millet egemenliğinin üstünde değildi.
HUKUKUN SONU: MİLLETİN MİLLETTEN İNTİKAMI
16 Nisan’da idrak ettiğimiz referandumda oylanan kanunun bir anayasa değişikliği olmadığını, daha önceki yazımda ifade etmiştim. Bu nedenle bütün kampanya hınç üzerine inşa edilmişti. AKP öncesi dönemden alınacak intikam ve yiyiciliğe konu rant henüz bitmemişti. Bu intikamı almak için ülkenin devlet televizyonu ve gazeteleri dahil bütün televizyonları zapt edilmiş, bütün devlet kurumları seferber edilmişti. Muhalif gazeteciler tutuklu, ülkenin en etkili muhalif lideri rehin alınmıştı. Ülkenin bir yanı seçilmiş belediye başkanlarınca değil, kayyumlarca yönetiliyordu. Darbe girişiminde bulunan Fethullah Gülen cemaatine karşı ilan edilen OHAL sonucu ilan edilen KHK’ler ile muhalif gazeteciler kapatılmış, aydınlar barış için akademisyenler bildirisi bahane edilerek üniversiteden ihraç edilmişti. Şoföründen, vasıfsız işçisine on binlerce memurun ismi sorgusuz sualsiz KHK’lere yazılmıştı. Devlet memurları, lise öğrencileri otobüslerle mitinglere taşınmış, milli eğitim müdürleri genelgeler yayımlamış, şirketler işçilerinden evet ile mühürlenmiş pusula fotoğrafları istemişti. Bunlar gazetelere yansıyanlar, duyduklarımız bildiklerimiz, ötesine aklım ermiyor hâlâ.
Hınç ile girişilen intikam hareketinin sonunda ne oldu? Bir buçuk milyon ile iki buçuk milyon arasında dolaşan tartışmalı oy, YSK’nın zavallı bir gerekçe bularak bir buçuk gün sonra yayımlayabildiği skandal bir karar, binlerce usulsüzlük ile sonuçlanan uluslararası kurumların meşru görmediği bir seçim süreci. Bugün milyonlarca yurttaşın yaşadığı adaletsizlik duygusunun dayanağı bunlar. Ve milyonlarca yurttaş bugün adalet arzusuyla dolu. Hukuku ortadan kaldırabilirsiniz, ama adalet arzusunu yok edemezsiniz. O kadar tehlikeli bir oyundur ki bu, eğer hukuki zeminler ortadan kalkarsa adalet arzusu kendine başka yollar arayacaktır. Ülkenin bir kesimini terör ile ilişkilendirerek intikamcı bir siyasete yönelmiş AKP, referandumu hukuk zemininden çıkararak milletin milletten intikam almasına dönüştürülmüştür. Hukuki yolların tamamen tıkanması anlamına gelen YSK kararının yarattığı asıl büyük tehlike budur.
TANIMIYORSAN, UYMUYORSAN...
Siyasal iktidarın açık açık beyan ettiği hukuka uymama tutumu, kendi meşruiyetini ortadan kaldıracak noktaya varmıştır. Ana muhalefet partisi lideri dahil, milyonlarca insan hukuksuz, hukukçu olsun olmasın herkesin görebileceği açıklıkta gayrimeşru bir kararı tanımama eğilimdedir. Hukukun yasallığının bittiği yerde yine hukuk alanına ait meşruluk alanına geçilir. Bu alan hukuk kurucu bir alandır. Başımıza gelen, anlamakta güçlük çektiğimiz bu kötülükle başa çıkmanın tek yolu, kurucu meşru alanda kalarak ülkenin hukukunu ve barışını inşa edecek birliktelikleri sağlamaktan geçer. İntikam değil, adalet istemekten; hukuku ve barışı hep birlikte yeniden inşa etmekten...
Bu söylediğim büyük bir söz, önerisi olmayan bir ifade olarak görülmesin. Hukukun üstünlüğünün esamesinin okunmadığı tek parti döneminin nasıl sonlandırıldığını gösteren bir olayla örneklemek isterim yasallığın bittiği yerde başlayan meşruluk zeminini. Türkiye’nin gördüğü en güçlü muhalefet hareketlerinden birini 1946’dan iktidar olduğu 1950’ye kadar sürdüren Demokrat Parti (özellikle 1955’in ardından intikam duygusuyla hareket etmiştir), meşru alanda kalarak demokratik koşulların sağlanmadığı, cumhurbaşkanının partisiyle ilişkisinin kesilmediği, kişi hak ve özgürlüklerinin tanınmadığı, adil seçimlerin güvence altına alınmadığı durumlarda parlamenter muhalefetten çekilerek halkın içinde muhalefet yapacağını güçlü ve inandırıcı bir duruşla ortaya koymuştu. Türkiye’nin sola ve Kürtlere kapalı da olsa demokratik yaşama geçişindeki en etkili tutumdu bu.