Yakın bir tarihte, Netflix'te yayınlanmaya başlayan ‘The Queen’s Gambit’ adli mini dizi, aslında ele aldığı konunun ölçeğini, olay akışını ve seçtiği zaman aralığını (1950-1960’lar arası) düşündüğümüzde sanki ihtişamlı, uzun metrajlı bir dönem filmi için de son derece uygun bir projeymiş gibi duruyor.
Kuşkusuz dizinin işlediği dönem ve senaryosunu üstüne kurduğu satranç şampiyonu olan karakter ilk bakışta çok orijinal gibi durmuyor. Ana olayların yaşandığı dönem (Soğuk Savaş yılları) birçok Hollywood yapımında değişik yönleriyle ele alınmış bir tarih aralığı ve bir insanın zihni kadar hayata bakışını da etkileyen satranç oyunu psikolojisini merkeze alan filmler de yabancımız değil… Ancak yönetmen başkarakterini biraz antipatik gösterme pahasına onun iç dünyasının katmanlarını göstererek, dönemdeki cinsiyetçi ve sosyal, sınıfsal farklılıklara parmak basarak, tempolu ve heyecan verici bir atmosfer kurmayı başarıyor. Karşımızda olan sadece ‘satrancı’ konu alan değil, aynı zamanda bu oyunun ve etkilerinin bir genç kızın hayatındaki yerini mercek altına alan bir yapım.
Elizabeth Harmon (diğer adıyla Beth), henüz daha dokuz yaşındayken annesiyle bir trafik kazası geçirir ve kendisi bir sıyrık bile almasa da annesi olay yerinde can verir. Babası da pek ortalarda olmadığı için Beth bir öksüzler yurduna verilir. Zaten annesinin kaybına alışamamış bu genç kız giderek içine kapanır ve kendini büyük bir boşlukta hisseder. Bir gün tesadüfen yurdun mahzeninde kendi başına satranç oynayan, yurdun hademesi William Schaibel ile karşılaşır. Önce reddetse de Beth’in ısrarı ile satrancı ona yavaş yavaş öğreten Schaibel, kısa bir zaman sonra genç kızın, bu konuda büyük bir yeteneği olduğunun farkına varır. Birkaç sene sonra ‘çok uygun’ görünen bir çift tarafından evlat edinilen Beth, kısa zaman içerisinde satranç oyunundaki yeteneğini gösterir ve turnuvalar kazanmaya başlar. Ancak bütün bunların yanında Beth’in içinde barındırdığı, yurt günlerinden kalma bir ‘sakinleştirici’ hap bağımlılığı ve atlatmadığı bir ‘anne kaybı’ olayı vardır.
ETKİLEME PROLOG’DA KALIYOR!
‘The Queen’s Gambit’ serisi, prolog kısmında aslında güçlü bir açılış yapıyor: Asıl karakterimizi yani Beth’i, akşamdan kalma bir halde, lüks bir otel odasında, yatağında kim olduğunu bilmediğimiz birisiyle, afallamış bir şekilde aşağıdaki yarışmaya yetişmeye çalışırken buluyoruz. Bu sekans birçok açıdan merak uyandırıyor ve hikayeye sağlam bir giriş yapmamızı sağlıyor.
Ancak sonrasında (çok uzun bir flashback olarak) gelen kaza, yurda yerleşme ve burada hayatına yön verme sekansları birazcık tekrar kokan, (fazla) yavaş ilerleyen ve yer yer sarkan bir anlatım gösteriyor. Aslında hapishane, akıl hastanesi veya burada olduğu gibi insanların biraz ‘zorla’ tutulduğu yerlerde bizce gündelik yaşamın kilit noktalarının gösterildiği sahneler büyük bir önem taşır. Burada ise Beth, hademe Schaibel’le tanışına kadar fazla bir şey olmuyor desek abartmış olmayız. Burada yaşamak zorunda kalan Beth’in yalnızlığı, birbirini tekrar eden sosyal aktiviteler, edindiği tek arkadaşla olan kısa konuşmalar ve bir türlü çıkış bulamadığı ‘iç boşluk’ sekanslarıyla geçiştiriliyor. Bu bölümden belki de aklımızda kalan tek şey, Beth’in sonradan vazgeçemediği ve bir süre sonra bağımlısı olacağı yeşil, sakinleştirici haplar oluyor.
Dizinin yurtta geçen bölümlerinde her ne kadar dekor ve kostümler döneme göre gerçekçi dursa da, bunlara biraz itici bir ‘vintage’ havası verilmiş olması ve görüntülerin bu havayı sürekli ‘eşelemesi’ biraz ‘zorlama’ hissiyatı yaratıyor. Tabii bir de, artık giderek daha sık önümüze gelen, ‘güçlü kadın’ imajını veren bir dizi daha izleyeceğimizi de kabul etmemiz gerekiyor.
BETH VE TAVANDAKİ SATRANÇ TAŞLARI
Beth, tesadüfen Schaibel’le karşılaştığında ve satranç dünyasıyla tanıştığında ise hikaye ayağa kalkıyor. Kısa zamanda satranç oyununda büyük bir hakimiyet kazanan ve bunu hayatının amacı haline getiren Beth, böyle ince ve zihinsel bir oyunda belli noktalara gelinince ne kadar ‘hastalıklı’ bir duruma düşülebileceğinin sinyallerini veriyor. Bu psikolojik durumun en güzel yansımalarını kuşkusuz Beth’in geceleri yurtta yatağında, tavanda, hayali dev satranç taşları gördüğü sahnelerde izliyoruz. Bu sahneler teknik olarak pek bir yenilik taşımasa da, bu oyunun Beth’in hayatında nasıl bir yer tutacağının hoş bir temsili olarak görünüyorlar.
Dizinin burada bizce altını çizdiği ilginç bir sınıf farklılığı noktası da var: Beth’in kaldığı yurttaki müdire, hocalar ve birçok personel belli ölçülerde eğitimli, kültürlü ve deneyimli kişiler olsa da, kucak açtıkları genç kızları katı sınırlar içinde, iyi Hıristiyanlar olarak ve ileride iyi bir ‘ev kadınından’ başka bir şey olmayacakları bir şekilde yetiştiriyorlar. Buna karşılık onlardan hem yurt hiyerarşisi hem de sosyal sınıf olarak çok daha aşağıda olan hademe Schaibel, bu genç kıza, o zamana kadar yalnızca erkeklerin ‘tekelinde’ olan bir dünyanın kapılarını açıyor. Dolayısıyla onların ‘altında’ olan ve en ‘alt katta’ zaman geçiren bu adam belki de yurttaki en ileri görüşlü kişi olarak öne çıkıyor.
YENİLMENİN TARİFSİZ ACISI
Bilindiği gibi satranç dünyasında ‘deha’ olarak kabul edilen ve birçok defa dünya şampiyonu olmuş önemli karakterler birçok açıdan yalnız ve bu oyun dışında pek bir sosyal hayatı olmayan insanlardır. Eski dönemlerden Capablanca veya Tal gibi isimlerden başlayan bu liste günümüzde Karpov veya Kasparov’a kadar gider. Hatta bu büyük oyunculardan biri olan, eski şampiyonlardan Bobby Fischer’in hayatında satranç dışında hiçbir şey olmadığı için (ne iş, ne eş…) gençken ustalara yenildiğinde bunu çok zor kaldırdığı ve eve kapanıp günlerce ağladığı söylenir. Zaten hatırlanacağı gibi kendisi adeta eroini bırakır gibi satrancı bırakıp Tibet’e uzun süre keşişlerle yaşamak için gitmiş, çok uzun bir süre orada kalmıştır.
‘The Queen’s Gambit'de Beth’in durumu da pek farklı değil. Evlatlık olarak verildiği çiftin aslında sanıldığı kadar ‘ideal’ olmaması, hatta kendi içinde sorunlu olması (üvey anne alkol ve sakinleştirici düşkünü, üvey baba ise çoğu zaman uzak iş gezilerinde...) son tahlilde Beth’i çok rahatsız etmiyor çünkü o zaten bir şekilde istediği ‘dış dünyaya’ açılmış oluyor. Dünya klasmanında olmadığı için başlarda ciddiye bile alınmayan Beth, önce bölgesel turnuvalarda, sonra ülke çapında turnuvalarda bütün rakiplerini adeta teker teker ‘eziyor’, şampiyonluklar kazanıyor. Hatta bu yolda bir süre sonra (parasal sebeplerden de dolayı) terk edilmiş üvey annesi de ona eşlik ediyor ve zamanla aralarında bir tür anne-kız ilişkisi oluşuyor. Bütün bu başarı ve üne rağmen Beth kendi ‘kabuğunu’ bir türlü kıramıyor. Genç kızlığa geçtiğinde bile bir şekilde yaşaması gereken cinselliğini bastırıyor, turnuva dışında pek kimseyle görüşmüyor hatta yarışma dışında boş zamanlarını bile kendi kendine satranç oyunu provaları yaparak ve büyük oyuncuların kitaplarını okuyarak geçiriyor.
Bütün bunların yanında aldığı ender mağlubiyetler onu derinden yaralıyor. Onu yenen rakipler dünya şampiyonu bile olsalar Beth’in gururu çok inciniyor, hayatı sanki anlamını kaybetmiş gibi oluyor.
Dizide ayrıca satranç oyunu ne kadar ‘bireysel’ görünse de, asıl başarı yolunun (örneğin zamanında Sovyetler Birliği'nin bu kadar çok şampiyon çıkarması) bu oyuna ‘takımsal’ bakılmasından geçtiğinin altı çiziliyor. Bir ‘takımda’ yer almamak Beth gibi oyunu en uç noktada ‘içsel’ yaşayan biri için çok büyük bir travmaya yol açıyor.
Ayrıca belirttiğimiz gibi Beth sadece satranç oyununu değil, duygularını, eksikliklerini, bağımlılıklarını, acılarını da hep ‘içsel’ yaşayan birisi.
BÜTÜNCÜL BİR YAPI
İlk bölümünün başlarında yaşadığımız ufak aksaklığa rağmen genel olarak dizinin sağlam bir omurgaya oturan, bölümleri arasında iyi geçiş noktaları barındıran güçlü ve kompakt bir yapısı var. Bunda kuşkusuz Walter Tevis’in aynı isimli kitabını diziye uyarlayan deneyimli senaristler Allan Scott ve Scott Frank’in (aynı zamanda yönetmen) ciddi payları bulunuyor.
Bir diğer önemli katkı da başta Beth’i kusursuza yakın minimalist bir oyunculukla canlandıran Anya Taylor-Joy olmak üzere genelde çok başarılı performanslar çıkaran oyunculardan geliyor. Bizce Joy’dan sonra en önemli oyunculuk ise onun üvey annesine hayat veren aktris Marielle Heller’ınki oluyor.
Sonuç olarak ‘The Queen’s Gambit’, iyi yazılmış, temiz yönetilmiş, iyi oyunculardan üst düzey performanslar alınan, sanat yönetmenliği açısından özenli, gerçekten kaliteli bir televizyon dizisi. İyi bir televizyon yapımından başka ne beklenir ki?