Şort giydiği için kafeden kovulan, görsel ve fikirsel olarak geleneksel kalıpların dayattığı çizgilerin dışına çıktığı için sahnelere alınmayan, 15 kişi açık havada kobra duruşu (Bhujangasana) yapabilmek için bile her defasında izin alması gereken kadınlar…
Karşılarında ise, sabah kuşaklarında ülkeyi kurtardığını sanıp Z kuşağının oy kullanmaması gerektiğini ileri süren ve onlara “bizim izin verdiğimiz sınırlar dahilinde özgürlüklerinizden yararlanırsınız” diyerek parmak sallayan orta yaşlılar...
Akreple yelkovanın dur durak bilmeyen yarışı, toplumsal statülerin dayattığı davranış kalıpları, yenik düştüğümüz egolarımız ve hırslarımız, cinsiyet rollerinin kanıksanmış modelleri, toplumdan dışlanmama dürtüleri sonucunda zaten kendimize ait özgürlük alanlarını sık sık sınırlandırıyoruz. Birçok durumda kendimize yapay hapishaneler inşa ediyoruz.
Bir yandan da bu kalıpların dışına çıkan kadınlar da oluyor. Örneğin, ilk gençlik yıllarımda hayata dair anlam arayışlarım ve “bibliyoterapi” girişimlerimde “başucu yazarlarımdan” Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta kendi mücadelesini şu şekilde özetliyor:
"Sordukları zaman, bana ne iş yaptığımı, evli olup olmadığımı, kocamın ne iş yaptığını, ana babamın ne olduklarını sordukları zaman, ne gibi koşullarda yaşadığımı, yanıtlarımı nasıl memnunlukla onayladıklarını yüzlerinde okuyorum. Ve hepsine haykırmak istiyorum. Onayladığınız yanıtlar yalnız bir yüzey. Ne düzenli bir iş, ne iyi bir konut, ne sizin 'medeni durum' dediğiniz durumsuzluk, ne de başarılı bir birey olmak ya da sayılmak benim gerçeğim değil. Bu kolay olgulara, siz bu düzeni böylesine saptadığınız için ben de eriştim. Hem de hiçbir çaba harcamadan. Belki de hiç istediğim gibi çalışmadan. İstediğiniz düzene erişmek o denli kolay ki... Ama insanın gerçek yeteneğini, tüm yaşamını, kanını, aklını, varoluşunu verdiği iç dünyasının olgularının sizler için değeri yok ki. Bırakıyorsun insan onları kendisiyle birlikte gömsün. Ama hayır, hiç değilse susarak hepsini yüzünüze haykırmak istiyorum.
"Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İşyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım..."
Bir yandan da toplumun geneline yayılan özgürlük tartışması hem birçok kırmızı çizgiyi içinde barındırıyor, hem de yapıcı bir şekilde ilerlediği taktirde toplumu olgunlaştırıcı bir özelliğe sahip. Özellikle pandemi döneminde istediğimiz an evden dışarıya çıkabilmenin bile ne kadar büyük bir özgürlük olduğunu fark edince, özgürlüğün hava gibi, su gibi, ekmek gibi temel bir gereksinim olduğunu gördük.
Bununla birlikte, tanımlanması ve içselleştirilmesi son derece çetrefilli olan “özgürlük” kavramının içeriğini son dönemde herkes istediği gibi doldurup, her olay üzerinden hamur gibi yoğurup sistematik ve bilinçli olarak yeniden şekil veriyor.
Özgürlük, Antik Yunan’da Thucydides’ten başlayıp Thomas Hobbes’a, John Locke’a, ardından John Stuart Mill’e ve Jean-Jacques Rousseau’ya uzanan, ardından “Özgür olacak kadar özgür değilim!” (I am not free to be free) diyen Jean Paul Sartre ve daha nice düşünüre yoğun mesai yaptırmış bir kavram.
Aristoteles özgürlük tanımını yaparken, yurttaşın toplumdaki rolüne ve sahip oldukları hak ve yükümlülüklere vurgu yapar. Platon’a göre, kişi ancak arzularına hükmedip aklın yolunu izlerse özgürdür ve bu da belirli bir düzeyde eğitim almasını gerektirir. Buna karşın Mill ve Locke gibi düşünürler de devlet müdahalesinin olmadığı yerde özgürlüğün olabileceğini söylerler. Marx ise özgürlüğü yabancılaşmanın aşılması olarak tanımlar.
2007 yılı yapımı “Persepolis” filminde, İran İslam Devrimi ile kadınlar için değişen yaşamların dokuz yaşındaki bir kızın gözünden aktarıldığı ve özgürlüğün karanlık bir çağda ne anlama geldiğini gördüğümüz bir bağlamdan, 1975 yılı yapımı “One Flew Over the Cuckoo’s Nest” filminde özgürlüğüne düşkün McMurphy’nin akıl hastanesinden kaçmak için diğer hastaları nasıl etkilediğine, 2007 yılı yapımı “Into the Wild” filminde, kişinin kendi özgürlüğünü kendi elleriyle yaratırken dünyaya da bu yönde bir ilham vermesine ve kadınların birlik ve dayanışmayla özgürleşme hikayesine dek daha birçok sinematografik örnek var elimizde özgürlüğe dair...
Ancak aradan geçen tüm yıllara, dönemlere ve koşullara rağmen şu da bir gerçek ki, Rosa Luxemburg'un “Özgürlük her zaman farklı düşünenlerin özgürlüğüdür,” sözleri halen geçerli. Zaten özgürlüğün sandık demokrasisi dışında var olabilmesi de ancak çoğunlukla aynı şekilde düşünmeyenlerin bu şekilde yaşama ve düşüncelerini ifade etme özgürlüğüyle olanaklı.
Eril iktidar yapıları ve dindar-muhafazakâr dünya görüşü karşısında zaten sınırlanmış bir özgürlük alanı içinde nefes almaya çalışan kadınların giyim kuşam tercihlerinin, etek veya şort boyunun haber konusu dahi yapılmadığı bir ortam, özgürlüğün içselleştirildiğini gösterir. Çünkü özgürlük, tanımı gereği, toplumda başkasının özgürlüğünün başladığı yere kadar olan alanı temsil eder.
Başkasının bir kafeye girerken giydiği şort veya parkta yoga yaparken çimlerin üzerine serdiği örtüsü benim herhangi bir varoluşsal özelliğimi ve yaşam hakkımı tehdit etmediği, herhangi bir değerimi bozmadığı sürece başkasının özgürlük alanını boğmamam, medeni bir özgürlük anlayışının gereğidir.
Oysa yanıtı aranan onlarca soru var: Özgürlük bize istediğimiz her şeyi yapma olanağı verir mi? Yoksa bir sınırlama getirir mi? Mutlak özgürlük diye bir şey var mı? Kişi, kendi özgürlüğünün ne kadarından sorumludur? Özgürlüğün sınırları hangi durumlarda genişletilir? Son kertede, insanın istediği şeyi yapması özgürlük müdür? Ve özgürlükler üzerinden yürütülen kısır döngülerin ve kültür savaşlarının kazananı kimdir?
Toplumsal kuralların ve egemen ideolojik yapıların büyük oranda sınırlarını belirlediği özgürlüğün siyaset felsefesi boyutuyla anlaşılmasında, analitik felsefe ekolünden çağdaş İngiliz filozof Sir Isaiah Berlin’in o ünlü “İki Özgürlük Kavramı” başlıklı konuşma metni, yol gösterici nitelikte.
Berlin’e göre, pozitif ve negatif şeklinde iki tür siyasi özgürlük geleneği var. Negatif özgürlük, dışarıdan yasaklar, cezalar şeklindeki kısıtlamaların ve engellerin dayatılmadığı, dolayısıyla başkalarının etkisi altında kalmadığı bir ortamda eylemde bulunma durumunu ifade ederken, pozitif özgürlük belirli içsel koşulların gerçekleşmesini gerektirir ve bireye kendi eylemlerinin öncelikle kendi sorumluluğunda olduğunu anımsatır. Kişi, özgürlük noksanlığını ve eylem sorumluluğunu dışsal faktörlere bağladığı ölçüde pasif bir hal alır; kendi kendini gerçekleştiremez, özgürleştiremez.
Berlin’in getirdiği bu kritik ayrım daha sonra birçok tartışmaya konu olurken, günümüzde giderek melez bir özgürlük tanımlamasına yönelim söz konusu. Belirli endişeler ve hedefler doğrultusunda bir araya gelen toplulukların karşılıklı eylem ve davranışlarına içkin özgürlüğün “ilişkisel niteliği” ön plana çıkıyor.
Kadınların varoluşu ve özgürlük alanları üzerinden yaşanan tartışmalar elbette salt bizim toplumumuza özgü değil. Ancak son dönemde, kimilerine göre sistematik bir şekilde, kadınlardan ve gençlerden başlamak üzere özgürlüklerin çevresine örülen yasakçı ve muhafazakâr duvarlar giderek yükseliyor.
Özgürlük, çarşaflı birinin çocuk kaçırdığı söylentisi çıkınca, Suriyeli zihinsel engelli yaşlı bir kadının yüzüne -sırf o kadın “yabancı” ve “öteki” olduğu için, sırf kendini savunamayacak güçte ve yetide olduğu için- tekme savurmak değildir. Özgürlük, kendinden zayıfa her türlü mezalimi reva görmek, ağzı köpürerek etrafa savurduğu ırkçı salvoları yaşlıya, kadına, yoksula yöneltmek için yeşil ışık da yakmaz kimseye. Özgürlük, toplumda vicdanıyla ve merhametiyle var olabilmek demek. Özgürlük, güçsüzün de güçlünün de aynı toplumda medeniyet sınırları içerisinde yaşayabilmesidir. Diğer türlü, tekmelerin, hakaretlerin, ırkçılığın havada uçuştuğu bir zifiri karanlıktır o yaşanan…
Neredeyse hayali bir terazi üzerine yerleştirdiğimiz özgürlüğün, toplumsal duyarlılıklar gibi muğlak bir bahane etrafında “gramajını” ölçer oluyoruz her olayda...
Oysa, herhangi birinin özgürlüğü, bizim özgürlüğümüzün güvencesidir. Herhangi birinin özgürlüğünün keyfi bir şekilde sınırlandırılmasının yarattığı çölleşmede hepimiz teker teker azalırız, hepimiz kaybeden tarafta oluruz. Kazanan ise, yorucu, bıktırıcı ve yıpratıcı zıtlaşmalar ve itişmeler olur.
Başkalarının bireysel ve kolektif olarak özgürlüğünü tatma, eğlenme, spor yapma, içki veya kahve içme gibi asgari özgürleşme çırpınışlarını bile engellemeye yönelik her türlü girişimin aslında egemen olan veya olma iddiasındaki bir kesimin kendi özgürlük alanını genişletme çabasının birer mikro uzantısı olduğu gerçeğinin ayrımına varmamız gerekiyor.
Böylelikle, güya iki yaşam tarzı arasındaki karşıtlıklar bileniyor, keskinleştiriliyor ve her türlü kısıtlama veya engelleme girişimi de çoğunluğun “duyarlılığı” üzerinden gerekçelendirilmiş oluyor. Oysa kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrenen insanoğlunun, kardeşçe yaşamayı öğrenmesi bu kadar zor olmasa gerek...
Diğer yandan, özgürlüğe Makyavelci-pragmatik bir çerçeveden de bakmak sorunlu. Kendi yaşam biçiminin kısıtlanmasından rahatsız olan bir kesimin yıllardır süregelen özgürlük talebi, ondan farklı yaşayan bir başka kesimin özgürlük önceliklerini de her koşul altında amasız fakatsız savunmayı gerektirir. Özgürlük, ilkesel duruş gereği, hâkim ideolojiden olsun veya olmasın, bize benzemeyenin, bizim gibi düşünmeyenin, bizim gibi yaşamayanın da özgürlüğüdür.
Bir süredir kadınların özgürlük alanlarına yönelik yeni sınırlar çizme çabalarına dair kadınlı erkekli itirazların yükselmesi ve bu itirazların da sosyal medyanın gücü sayesinde koordineli biçimde güçlenmesi, sorumluluk sahibi bir özgürlük anlayışının giderek kök saldığını gösteriyor. Çünkü özgürlük savunusu, sorumluluk ister.
Şortla içeri girmesine izin verilmeyen bir kafede yaşadıklarını sosyal medyada kanıtlar eşliğinde ortaya döken bir kadının haklı ve kararlı duruşu ve ardına toplumun duyarlı kesimlerinin desteğini alması, kadınların artık toplumdaki kısıtlayıcı kalıpların dışına çıkan bir özgürlük anlayışını hâkim kılma çabalarının güçlü bir göstergesi.
Kadınların özgürlük alanlarına her gün yeni bir ok saplanırken, herkes kendisi gibi düşünenin de kendi “ötekisi”nin de özgürlüğüne dair her türlü eleştiri karşısında tek ses tek nefes olmalı.
Çünkü özgürlük alanları günbegün “yaşam biçimi” bahanesiyle kısıtlanmaya çalışılırken, buna karşın esneyen özgürlük duvarları üzerinden başkalarına yeni özgürlükler vaat edilirken, tüm bunlara gösterdiğimiz itirazlar, yalnız olmadığımızı bize hissettirmeli. Zira özgürlükler bir gecede yok edilmiyor, peyderpey zayıflatılıyor.
Ancak bu şekilde, kadınların ve kız çocuklarının evlerine giderken güvende hissedebilecekleri, özgürlük alanlarının dört duvarla sınırlı olmadığı bir alan yaratılarak nice Özgecan’ların hayatları kurtulur.
Ancak bu şekilde, bir akademisyen, üniversitede yaşanan “kopya tartışması” üzerinden özgürlük alanını tüm evrene yaymakta beis görmeyen bir öğrencisi tarafından rahatlıkla öldürülemez.
Ancak bu şekilde, ahlaksızlığı (!) özendirdiği bahanesiyle hiçbir kadın müzisyenin konseri iptal edilmez.
Ancak o zaman, hepimizin kalplerinin orta yerine tüm heybetiyle bir Özgürlük Heykeli dikilebilir.
Ancak o zaman, kadınlara yaşatılan kısıtlamalar ve bu kısıtlamaların doğurduğu öfkeler ve travmalardan azade, daha yaşanır kaldırımlar, cıvıl cıvıl parklar, taze kahve kokulu kafeler gündem olur.
Çünkü, kadınları, siyasi görüşü ve yaşam tarzından bağımsız olarak, özgür olmayan, istediğini özgürce giyemeyen, istediği şarkıyı özgürce söyleyemeyen, istediği sporu kamuya açık alanlarda yapamayan, gece evine dönerken ensesinde potansiyel bir tecavüzcünün soluğunu hissetmeden yürüyemeyen, özgürce kahkaha atamayan bir toplum son kertede gerçek anlamda özgür olamaz.
İklim Tamkan’ın lirik piyanosu, Ertan Tekin’in ruhuma dokunan duduk’u ve soprano Pervin Çakar’ın tüm Mezopotamya’yı kaplayan kucaklayıcı sesi ile Ahmet Kaya’dan “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimiz de...” dizelerini seslendirdiği Diyarbakır konserinin görüntüleri eşliğinde düşündüm özgürlüğü...
Kadınlar olarak daha çok acı çekmediğimiz ve özgürleştiğimiz bir ülke hayal ettim ardından... Çünkü esas acı veren ölüm veya hastalık değil, özgürce yaşanamayan beti benzi atmış, ürkek ve yorgun hayatlardır.