“Hayatta kalmak istemiyoruz, yaşamak istiyoruz.”
- Yürüyen Kelimeler, Eduardo Galeano
Farklı alanlarda 2022’nin Z Raporu’nu çıkarmak moda olmuşken, geride bıraktığımız senenin ve hatta “senelerin”, Romanlar açısından fotoğrafını çekmek de, dezavantajlı grupların yaşadığı hak ihlallerine karşı 2009 yılından beri savunuculuk faaliyeti yürüten Sıfır Ayrımcılık Derneği’nin son yayımlanan raporuna düştü.
Kişinin belli bir kimliğe aidiyetini belirleyen temel değişkenlerin başında, yaşadığı sosyal çevre geliyor. Yani, onu kendilerinden yapmaya çalışan ailesi ve arkadaşları bir yandan, onu dışlamak, türlü ayrımcılıklara muhatap etmek için çırpınan “ötekiler” diğer yandan...
Ve her birimiz bu mayınlı yolda kendimize patikalar açmaya, nefes almaya, biricik kimliklerimizle var olmaya çabalıyoruz. Toplumda hak ettiğimiz yeri, adım adım kazanmaya, yaşamaya uğraşıyoruz.
Etkiniz AB Programı desteğiyle, sekiz farklı ildeki saha araştırmalarında gençlerle yapılan anketler ve derinlemesine görüşmeler sonucu hazırlanan “Bu Romanlar Hep Böyle” raporu da, Roman gençlerin eğitimde ve istihdamda yaşadıkları ayrımcılıkları tüm berraklığıyla ortaya koyuyor.
Roman gençlerinin kırılganlık hallerinin, yani “sosyal yaralarının” dikkate alınması, hem genç olmalarından kaynaklı farklılaşan ihtiyaçlarından, hem de Roman kimliklerinden dolayı yaşadıkları ötekileştirmeden dolayı önemli. Başkalarının onlara yönelttiği “hırsız”, “kavruk ten”, “iffetsiz”, “eğlence düşkünü” gibi yakıştırmalar, çoğu zaman hiç kapan(a)mayan yaraların temellerini atar.
Ve bir süre sonra anlaşılır ki toplumda aidiyetlerin de bir hiyerarşisi vardır, yaraların da... Yaraların bir de belleği vardır. Hem de ne bellek! Kimse, Roman olduğu için yaşadığı aşağılanmayı ve alaya alınmayı unutmaz. Dokunulan, örselenen her bir aidiyette açılan yara, kişiliği sarsar, topluma olan inancı zedeler, toplumda yeni bir yara açar.
Rapora temel olan araştırmada Diyarbakır, Edirne, Hatay, İstanbul, İzmir, Antep, Uşak ve Artvin’den türlü sosyal yaraları üstlenmiş Roman gençlerinin sorunları eğitim, istihdam, ayrımcılık, katılım, derin yoksulluk, sosyal dışlanma, barınma ve sosyalleşme noktalarında yoğunlaşıyor.
Türkiye’de yaşayan Romanların nüfusunun 2 milyon ila 5 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye’de 2013 yılında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından hazırlanmaya başlanan Roman Strateji ve Eylem Planı’ndan bu yana çok fazla hedef konmuş, devasa salonlarda çok fazla toplantılar düzenlenmiş, uzun uzun raporlar hazırlanmış olsa da, strateji belgesi ve eylem planlarının uygulama dönemi 2021’de sona erdiğinden beri Roman gençlere dair uzun vadeli herhangi bir politika oluşturulmadı.
Hepsinden de öte, Türkiye’de insan haklarının farklı alanlarında yaşadığımız temel sorunun bir başka yansıması olarak, kâğıda yazılan hedeflerin sahada uygulanmasına dair herhangi bir izleme ve değerlendirme mekanizması da yok. Edirne veya Ataşehir gibi birkaç belediyenin tekil uygulamaları haricinde Roman gençlerin istihdamına yönelik sektörel stratejiler geliştirilmiyor. Ancak seçim öncesi mahalle ziyaretlerinde Romanlar bir anda akıllara geliveriyorlar.
Zaten Türkiye’de somut, ayakları yere basan, kalıcı bir gençlik politikası da olmadığı için, bunun Roman gençlerine de yansıması kaçınılmaz. Oysa anayasanın 58.maddesini açıp okuduğumuzda devlete, gençleri korumaya, yetiştirmeye ve gelişmelerini sağlamaya yönelik tedbirleri alma yükümlülüğü verilir.
2013 yılında hazırlanmış Ulusal Gençlik ve Spor Politikası Belgesi’nde ise, dezavantajlı gençlere öncelik tanınması vurgulanır, sosyal içermelerine dair politika önerileri getirilir. Türkiye İnsan Hakları eşitlik Kurumu Kanununun 5’nci ve 6’ncı maddelerine göre eğitim ve istihdamda ayrımcılık yasaktır.
Ancak diğer tüm şaşalı hedefler gibi bunlar da kurumların raflarında ve tozlu belleklerde unutuluşa terk edilir.
Sıfır Ayrımcılık Derneği’nin raporundaki şu ifade, durumu özetler nitelikte: “Roman gençler, Türkiye’de görünmez gençlik gruplarından biridir”. Hem gençler, hem de dezavantajlı addedilen bir kimliğe sahip oldukları için çifte bir risk altındalar; ancak bir yandan da sevimli hayalet Casper misali “görünmezlik zırhını kuşanmış” durumdalar.
Çünkü kimliğini gururla kabullenmek ve bunu sergilemek, bu toplumda büyük cesaret ister. Kimliğine saygı gösterilmesinin aslında “hak” olduğunu anlatmak da, toplumda uzun soluklu bir dönüşümle mümkün.
Kürsülerde çok övünülen “pozitif ayrımcılık” uygulamaları ise, her ne hikmetse, Roman gençlerin toplumla bütünleşmesine yönelik olarak bir türlü devreye girmez.
Lübnan asıllı yazar Amin Maalouf, Orta Doğu insanını şöyle tanımlar: "Her şeye üzülen ama, hiçbir şeyle ilgilenmeyen insanlar". Roman gençlerin sorunları hakkında elbette üzülmeli, ancak çözüm de aramalıyız. Şikâyet etmeli, ancak çözüm ve istişare mekanizmalarını da gündeme getirmeliyiz.
Roman gençlerin temel kırılganlıkları eğitim ortamlarına erişememeleriyle başlıyor. Yaşadıkları ayrımcılık ve bununla bağlantılı derin yoksulluk onları eğitimden koparıyor. Bu kısır döngü içerisinde eğitimden kopan genç, hem topluma hiddetleniyor, hem de yoksulluğun fasit dairesini kırmada öncelikli enstrümanı elinden alınmış oluyor.
Sıfır Ayrımcılık Derneği’nin saha araştırmasına göre, gençlerden bazıları lise yaşına gelmesine rağmen, sınıf başarısızlığı ve maddi sebeplerden dolayı okula ara veriyorlar, örgün eğitime devam edenler arasında devamsızlık süreleri artıyor.
Çocuk yaşta zorla evlendirilen, mobilyacı dükkanında çalıştırılarak hane gelirine katkı sağlanması beklenen çocuk, gençlik çağına geldiğinde eğitimsiz bir şekilde istihdam piyasasının en alt katmanından öteye geçemiyor.
Roman çocukları ailelerinin rızası alınarak, heyet raporları ile zekâ geriliği teşhisi ile engelli okullarına yönlendirildikçe veya tüm Romanlar aynı okula veya aynı sınıflara yoğunlaştırıldıkça bu ayrımcılık ve “ayrı tutma” politikaları daha da katmerleniyor.
“İkinci sınıftan itibaren kötü muamele başladı. Beşinci sınıfa kadar okudum, beşinci sınıfta bıraktım” diyor bir genç. Bir diğeri ise, “Üniversiteyi örgün okumak isterdim ama gelir yok, ekonomik durum düşük. Üniversite sınavına girişte yatıracak param yoktu” diyor. Bu gençlerin kalp kırıkları, toplumdaki yaralara battıkça onları da kanatıyor.
Bazıları pandemi döneminde internet ve bilgisayara erişimi olmadığı için okulu bıraktıklarını söylüyor.
Kimisi, lise derslerinde öğretmeninin “Çingeneler için hırsızlık normaldir” sözünden sonra eğitimden kopuyor, kimisi ise, yüzüne karşı “sen çöp tenekesisin, senden bir şey olmaz” lafını işittiği anda “benim bittiğim gündü o gün zaten” diyerek hayatındaki kırılmaları tarif ediyor.
Ve görüşülen Roman gençlerinin büyük kısmı bu ayrımcılık karşısında susuyor, görünmezliği tercih ediyor ve okulu bırakıyor. Sevimli hayalet Casper, bir süre sonra sisteme küsüyor ve bu durum pek de sevimli olmuyor.
İstihdamda da pek parlak bir tablo yok. Roman gençler, kayıtlı işlerden büyük ölçüde dışlanıyor; 18 yaşına dek olan eğitim sürecini de türlü ayrımcılıklar sonucu “ıskaladıkları” ve piyasada gereksinim duyulan becerileri edinemedikleri için beyaz yakalı olma ve katma değer yaratan sektörlerde varlık sergileme şansları da daha en baştan engelleniyor.
Çoklu ayrımcılık, kartopu etkisiyle büyüyor. Hele ki hem Roman, hem kadın, hem gençse, birden fazla ayrımcılık sonucu kırılganlıklar had safhasına geliyor. Hasta aile bireylerine bakım yükünden, erken yaşta evliliğe dek birçok ayrımcılık, gencecik omuzlara yükleniyor tüm acımasızlığıyla...
Roman gençler, yapısal ve kronik bir işsizlik yaşıyor ve bunun da temelinde, etnik kökenlerine dair önyargılar yatıyor. Romanların yaklaşık üçte biri istihdamda. Ancak onların da büyük kısmı açlık sınırı altında yaşıyor.
Müzisyenlik, katı atık toplama, ayakkabı boyacılığı, çiçekçilik, sepetçilik gibi örneklerde olduğu gibi genellikle iş çıktıkça veya günlük yevmiye usulü çalışıyorlar, düzenli bir işleri ve sosyal güvenceleri de genellikle olmuyor.
İki gençten biri, iş arama süreçlerinde ayrımcılığa maruz kalırken, işe alım mülakatlarında yaşadığı mahallede Romanların ağırlıkta olmasından, cezaevi deneyimi olmasına, dış görünüşüne dair birçok kıstas devreye giriyor. Bu noktada hepimizin çuvaldızı kendimize batırmamız gerekiyor.
Roman genç bu aşamayı geçip işe başladığında ise, etnik kökenini saklayıp “nerelisin” sorusuna “İstanbulluyum” yanıtı vererek, Roman ve bazen de Alevi kimliğini saklayarak, giyim şeklini değiştirerek ayrımcılığın önünü kesmeye çalışıyor.
Ancak bir barda çalışırken müşterinin üzerine yanlışlıkla rakı döktüğünde “Pis Çingene” hakaretini duyunca da işi bırakıyor; şefliğe yükseldiğinde maaşı aynı kalınca ekonomik ayrımcılıkla tanışıyor.
Peki, Maalouf’un tabiriyle “dünya bir tornavidayla parçalarına ayrılamayacak karmaşık bir düzenek” iken, çözümsüzlük çözüm mü? Elbette hayır.
Roman gençlerin erken evlilikler, eğitimde ve istihdam piyasasında dışlanma ve madde bağımlılığıyla mücadele konusunda, ayakları yere basan, somut projeler gündeme getirilmeli.
Tüm gençlere, etnik aidiyetleri ve kırılganlıklarını da kapsayacak şekilde adil, onurlu ve eşit bir yaşam standardı sağlanmalı.
İşyerinde şefliğe yükseldiği halde maaşı artmayan Roman gencin yaşadığı ayrımcılık karşısında bunun failleri etkin bildirim ve şikâyet mekanizmaları sonucu cezalandırılmalı.
Romanların engelli okullarına yönlendirilmesi gibi çağdışı uygulamaların önü, net bir şekilde ve kapsayıcı bir eğitimle kesilmeli.
İş bulamayan, eğitimden dışlanan, bulduğu işte hakarete uğrayan kişilerin de bir kısmının illegal yollara saptığı ve suça sürüklendiği fark edilerek bunun bir toplumsal barış meselesi olduğu idrak edilmeli.
Roman gençlere yönelik özel eğitim politikaları ve pozitif ayrımcılık uygulamaları geliştirilmeli.
Zorunlu eğitim süresinin artması ve okula devam etmeyen Romanların takibi için okullarda özel birimler kurularak vaka takipleri yapılmalı; okulu terk eden çocuklar yetkililer tarafından aileler ikna edilerek okula geri getirilmeli; okul çağındaki Roman çocukların eğitiminin maddi olarak desteklenmesi, onlara burs verilmesi sağlanmalı.
Maalouf’la noktayı koyalım: “Her birimiz, itildiğimiz, bize yasaklanan ya da tuzaklar kurulan yollar arasından kendine bir yol açmak zorunda; birdenbire kendimiz olamayız”.